28 Şubat 2017 Salı

Tehlikeli Spor Ayakkabılar

         


         Tehlikeli Spor Ayakkabılar
         Susan Gates
         Çevirmen: Çiğdem Köfüncü
         Martı Yayınları

         “Ağabeyim bir çift mor spor ayakkabı aldı, ama bu ayakkabılar hiç de normal değil. Gerçekten değil, çünkü gece olunca kendi kendilerine hareket ediyorlar… Ve ben bunu size kanıtlayabilirim!”
            (Arka kapaktan)
           
         Çocuk kitabı severlerde bugün yine güzel bir kitap var.
         Küçük kardeş, ağabeyinin yeni aldığı spor ayakkabılarının canlı olduğunu ve geceleri dışarı çıkıp avlandığını iddia ediyor. :)
         Anlatım dili akıcı ve çizimleri çok güzeldi. İtiraf ediyorum, ben bu kitapları hep çizimleri için okuyorum. :) Hala resimlerine bakıyorum yani, yaş 27. :)
         Olsun. Çocuk kitabı okumak için illa çocuk olmak gerekmez bence. :)
        


27 Şubat 2017 Pazartesi

Milena'ya Mektuplar

                  


         Milena'ya Mektuplar
         Kafka
         Çeviren: Adalet Cimcoz
         Ataç Kitabevi

         Franz Kafka’nın Milena’ya yazdığı mektupları birleştiren bu kitap umutsuz bir aşkın yarattığı korkunç acıları yansıtmaktadır.
            Büyük sanatçının kişiliğini ve felsefesini bütün içtenliği ile belirdiği bu unutulmaz eserin üçüncü baskısını yayınlamakla onur duyuyoruz.
            (Arka kapaktan)

         Kafka ile ilgili yazılmış her kitaba, söylentiye, kurguya bayılıyorum. Ama Kafka’nın kendi eserlerini müthiş sıkıcı buluyorum ve okurken kendimi yerden yere atıyorum adeta. Kitapları hiç akmıyor, ilerlemiyor benim elimde.
         Milena’ya Mektuplar’a da yıllar önce başlayıp, sıkıntıdan devam edememiştim. Ama bu yıl yarım kitaplarımı da okuyup bitirmeye çalıştığım için yeniden okumayı deneyeyim dedim ve evet, bu kez inat edip bitirdim.
         Okurken yine çok sıkıldım. Kafka’nın gözünden gördüğüm Milena’ya kızdım. Kocası var ve kocasını seviyor. Bir de Franz Kafka var ve onu da seviyor. Bu beni çok sinirlendiriyor doğrusu. Tabii sadece Kafka’nın yazdığı mektupları okuduğumuzdan, Milena’nın yaşadığı dünyayı ve hislerini tam olarak bilemiyoruz. Bunu da belirtmek isterim.
         Ama kitabın sonuna Kafka’nın arkadaşı olan Max Brod’un yayınladığı mektupları da eklemişler. Bu mektupları Milena, Max’e yazmış. Mektuplar, Kafka hakkında. Açıkça söylemek gerekirse kitapta en beğendiğim bölüm de burası oldu. Milena’nın dili Kafka’ya göre daha akıcı geldi bana.
         Siz bu kitabı okudunuz mu İnstagramda paylaştığımda birkaç kişi de benim gibi sıkıldığını söyledi. Siz nasıl buldunuz kitabı?
         Az daha unutuyordum. Kitabım çevirmeni Adalet Cimcoz tarafından imzalı. :) İmzalı kitap koleksiyonumun güzel bir parçası bu kitap da. :)


25 Şubat 2017 Cumartesi

PuCCa Günlük #6 Şimdi Biz Neyiz?

         


         PuCCa Günlük #6 Şimdi Biz Neyiz?
         PuCCa
         Dex Plus
         Doğan Egmont Yayıncılık

            “Yaşarken hiç komik değildi…”
            BLOGGER’LARIN ATASI,
            MONÇİÇİ BAKIŞLI,
            ZALİM STALKER,
            FAKE EVLİYA PUCCA SUNAR!
           
            Bir blog yazıp hayatı değişen, hatta o hayattan bir de film yapılan, geçmişinden kaçarken bile yine ona sığınan PuCCa, çok acı çekti, inanılmaz eğlendi, hep yanlış kişilere aşık oldu, çok çalıştı, bazen aç uyudu, böbreğini satmayı bile düşündü, gün geldi hayvanlar gibi para saçtı, inanılmaz güzel dedikodu yaptı, kaymak gibi işin içinden sıyrıldı, sürekli burnunu boka batırdı, çok gezdi, çok sarhoş oldu, tek gözü kör bir köpeği evlat edindi, hayal ettiği eve taşındı sonra pişman oldu, çok kınadı ve hepsini tek tek yaşadı.
            Şimdi de, neredeyse hiç tanımadığı ama bütün acılarını ezbere bildiği bir adamla evlenecek… Ve sonunda ilk kez mutlu sona ulaşacak… mı acaba?
           
            “O kadar hızlı gidiyorduk ki, çarpacağım duvarı bile kaçırmıştım.”
            (Arka kapaktan)

         PuCCa, altıncı günlüğünü yayınladı. Bu günlükte Osi ile maceralarını anlatıyor. Zaten instagramdan falan takip ettiğimizden Osi ile evlendiklerini ve şimdi de bebek beklediklerini biliyoruz. O yüzden ilk defa bir kitabının sonu sürpriz olmadı ama yine de çok eğlenceli bir kitaptı, zaman zaman da hüzünlü tabii. Özellikle ben aileden bahsedilen kısımlarda fazla üzülüyorum, buruluyorum falan.
         Bir bölüm okuyayım diye başlayıp bir oturuşta bitirdim yine kitabını. PuCCa’nın yazı dili çok akıcı zaten. Kendisi mahşere kadar yazacağını söylüyor. Umarım öyle de olur. Zira ben kendisini çok seviyorum. Çok da saygı duyuyorum açıkçası. Ülkemizde genelde yazarların günlükleri öldükten sonra yayınlanır, bilirsiniz. Ama kendisi hayattayken günlük yayınlayan ender kişilerden biri bence. Ben günlük yayınlama konusunda biraz çekimser davranırdım mesela. Günlük bu sonuçta. İnsan en mahremini, en acısını da yazıyor en mutlusunu da. PuCCa o yüzden çok güçlü, çok cesaretli bence.
         Hayatının film olmasından rahatsız olduğunu söylediğinde eleştirildiğinden bahsediyor kitabının bir yerinde. Neden rahatsız olduğunu anlayabiliyorum. Ama o insanları anlayamıyorum. Sonuçta bizim “Aaa PuCCa’nın kitabı çıktı.” diye alıp okuduğumuzu o yaşıyor da yazıyor.

         PuCCa kitapları ile hala tanışmadıysanız şiddetle tavsiye ederim.

24 Şubat 2017 Cuma

İçimdeki “Sen” Kırıntıları

        


         İçimdeki “Sen” Kırıntıları
         Özgür Gümüşsoy
         Nemesis Kitap

         Özgür Gümüşsoy’un şiirleri açıkçası beni çok şaşırttı. Hınzır, delişmen ve asi bir tarzı var Gümüşsoy’un. Nasıl ki geçmişte Orhan Veli o zamanlarda egemen olan şiir anlayışının kalıbını değişmiş ve enine boyuna sorgulamışsa bugün de Gümüşsoy, sözüm ona entelektüel ama kasıntı ve yüksek gönüllülük tuzağına düşen günümüz egemen şiirini derinden sarsıyor. Bunu yaparken de şiir yazıcısının gururunu ve egosunu ayaklar altına alıyor. Günümüz şiirinde kendinden menkul bir saflık anlayışı sürüp giderken, onun şiirlerinde adeta ari bir şiir ırkı yaratılıyor. İşte bir noktada Özgür gibi genç şairlerin çıkışını çok önemsiyorum. Çünkü hergelelik ve delişmenlik tam da burada başlıyor. Şair; giderek bir retorik halini alan duygu ifadelerini eğip büküyor, buruşturuyor ve bir serseri mayın haline dönüştürüyor. Kendinden hayli memnun olan okurlar, anında en kuytularına dek parçalayabilecek bir serseri mayın…
            Öte yandan Özgür Gümüşsoy, sunduğu sözcük zenginliği ile de göz kamaştırıyor.
                                                                                                                      Cezmi Ersoy

            İnsan kendisi dışındaki nesnel gerçekliği duyum organları ile algılar. Algı dünyasında nesnel gerçekliği başka bilgi ve gerçekliklerle ilişkilendirir. Ardından algıladığı gerçekliği yeniden yapılandırır ve sonra da bu gerçekliği ifade eder. Edebiyatçı ise gerçekliği diğer insanlardan farklı olarak yaratmış olduğu bir tasarımla yazılı bir şekilde sunar. Bu tasarım içerisinde dili kullanım yetisi ve üslubu belirgin olarak kendini hissettirir. Tasarım estetik kaygıları ifade ettiği kadar, ifade ettiği gerçekliğin iç dinamiklerini göstermesi bakımından ayrıca bir önem arz eder. Özgür Gümüşsoy’un yazdığı şiirler işte bu bakımdan, bir şairin hem “algılama dünyasının” genişliğine, hem görünür gerekliliğin ardındaki iç dinamiklerini hissetmesine, hem kullandığı dilin özgünlüğüne, hem gerçekliğin yerel boyutuna, hem bu gerçekliği evrensel gerçekliklerle ilişkilendirmesine, hem de bunu özgün bir üslup ve bir ritimle “arabeskleşmeden” yapabilmesine güzel bir örnektir.
                                                                                                          Mete Kaynaroğlu

            “İmgeleri” jilet gibi, acısını sonradan hissetmeye başlıyorsunuz. “Şiiri” ise ışıktaki gizli karanlık gibi. Bulmak için önce yanmanız gerekiyor!
                                                                                                                     Murat Çelik (Düş Sokağı Sakini)
               (Arka kapaktan)

         Özgür Gümüşsoy’un şiirlerini taa Tabut zamanından sever ve takip ederim. Kitabı çıkınca da koşa koşa gidip almıştım 2012’de. Ama okuma konusunda o kadar hızlı davranmadığımı söylemek zorundayım. Kitaba o zamanlarda başlamış olsam da yavaş yavaş okudum. Bir kere yenir, yutulur denilen şiirler değil bunlar. Hemen okuyayım, bitireyim diyemiyorsunuz. O kadar vurucuydu ki okuduklarım bir süre durmam gerekiyordu çoğunlukla. Durup o şiiri tüm iliklerime kadar duyumsamak, o şiiri yaşamak gerekiyordu. Bu bazen günler sürebildiği gibi bazen de yıllar sürdü. Şiir kafamda sürekli dönüp duruyordu.
         İnsan kelimelerin dönüşümüne şaşıyor! Nasıl bu forma bürünebiliyorlar diye hayretler içinde kalıyor. Ama yapmış adam! Tek tek yazmış.
         Benimkisi güzel, uzun bir yolculuktu bu kitapta. Tabii ki diğer kitaplarını da okuyacağım.
         Şiddetle tavsiye ediyorum Özgür Gümüşsoy’un kitaplarını.

         Okuyunuz efenim. 

22 Şubat 2017 Çarşamba

Caniler Uyumaz

         


         Caniler Uyumaz
         Mickey Spillane
         Çeviren: Adnan Semih Yazıcıoğlu
         Başak Yayınevi
        
         Bu yıl insanlık için küçük, kendim için büyük kararlar aldım. Bunlardan biri de sevmediğim türlerde de kitaplar okuyacağım idi. İşte Dedektif/polisiye kitapları da sevmediğim türler arasında.
         Aslında bu kitap İzmir’deki kitaplığımda yoktu ama ben geçen hafta Balıkesir’e gidince oradan biraz kitap getirdim. Hepsi gelecek de gittikçe azar azar getiriyorum işte. Aslında Balıkesir Muhasebecisi’ni bitirmemiştim bu kitabı çantama attığımda ama o kitap çok eski olduğundan bir daha çantaya koymayı göze alamadım. Un ufak olacaktı yoksa.
         Neyse gelelim kitabın konusuna. Konumuz New York’ta geçiyor. Çekişmeli iki farklı kötü adam var şehri yöneten ve bir gün herkesin deli gibi korktuğu Vetter adında bir adam çıkıyor ortaya ama kimse adamı görmemiş, hakkında bir malumatı yok. Yine de kendisinden deli gibi korkuyorlar.
         Her dedektiflik hikayesinde olduğu gibi olay kitabın sonunda çözülüyor ama ben ilk on sayfasından sonra olayı çözdüğümden çok sıkılarak okudum. Bu tip kitapları sevmememin nedeni de bu zaten. Hemen çözüyorum, sonra heyecanı kalmıyor okumanın. Yarım bırakmayayım diye okudum yine de. Ama okurken belki değişik bir şey olur diye de hep bekledim ama cık, hiçbir şey olmadı.
         Belki de bu tip kitapların olayı budur, önceden çözmek gerekiyordur sonucu ama bilemiyorum doğrusu. Ben sevemedim pek.


20 Şubat 2017 Pazartesi

Balıkesir Muhasebecisi

         


         Balıkesir Muhasebecisi / Tanrı Dağı Ziyafeti
         Reşat Nuri Güntekin
         Milli Eğitim Basımevi

         Bu kitabı birkaç ay önce Kızlarağası Hanı’ndan almıştım. İtiraf ediyorum ki adında Balıkesir geçiyor diye almıştım. Geçen gafta Balıkesir’e giderken de çantama attım otobüste okurum diye ama pek okuyamadım. Çünkü otobüste rahatsızlandım. Kitap sadece –gidip gelirken- iki kez çantaya girmesine rağmen kapağı ufalanmaya başladı. Kitabı güneşte bırakmışlar çünkü. İçinde öyle bir şey yok ama kapakları fena olmuş. Kaplamayı düşünüyorum ciddi ciddi.
         Kitap, tiyatro oyunu metni tarzında yazılmış.
         Balıkesir Muhasebecisi bana Şener Şen’in oynadığı Namuslu filmini hatırlattım. Acaba uyarlama mı diye araştırdım ama bir şey bulamadım.
         Tanrı Dağı Ziyafeti ise dünümüzün koltuk savaşları, bugünümüzün diktatörleri; hep aynı hikaye yani.
         Şu an görseldeki Caniler Uyumaz ile okuma eylemime devam ediyorum.

         Siz bu aralar neler okuyorsunuz?

12 Şubat 2017 Pazar

Arkeoloji'nin Delikanlısı

         


         Arkeoloji'nin Delikanlısı Muhibbe Darga Kitabı
         Söyleşi: Emine Çaykara
         İş Kültür Yayınları
        
         1940’larda, at üstünde, Anadolu’da keşif gezilerine katılmış, çok değerli bilim adamlarının yanında eğitim görme şansına erişmiş, Hititlerin dünyasını yaşamının merkezi yapmış bir arkeolog, bir dilbilimci, bir Hititolog… Ve anneliği için mesleğine ara vermiş bir kadın, gençlere arkeolojiyi sevdirmek için yıllarca üniversitede dersler vermiş bir hoca…
            İçten, sakınmasız cevaplarıyla hayatını anlatan Prof. Muhibbe Darga, 1900’lerin başında İstanbul’da Acıbadem’de, Darugazade Mehmet Emin Bey Köşkü’nde başlamış bir yaşamın kahramanı; en büyük tutkusu da arkeoloji…
            Hitit dünyası için dönüm noktası olmuş Karatepe’nin keşfi; 1 Mayıs Arkeoloji Bayramları; 1960’ların ve 1980’lerin İstanbul Üniversitesi; bin bir emekle yürütülen kazılar; maskeli balolar; sosyal arkeolojinin cazibesi; Hititler, kadınları, efsaneleri, binlerce yıl öncesinden bugüne gelen kelimeleri; Güneydoğu’da Wagner dinleyen Fırat balıkçısı… Bunlar, çok renkli yaşantısından bazı izler sadece…
            Hemen her kasabasında tarih yatan ülkemizde hayatını arkeoloji aşkı doğrultusunda şekillendirmiş bir büyük hocanın yaşamında, üzerine çöp dökülen tarihi alanlar, kazısı için cebinden para harcayan arkeologlar olduğu gibi sanat, sinema, edebiyat dünyasından ilginç anılar da var. “Anadolu’nun birinci bin yılına bak, bu uygarlıklar, İyonya’yı o kadar etkilemiş ki bir İyon medeniyeti çıkmış ve bu kıta Yunanistan’a geçmiştir. Medeniyet Yunanistan’da doğmadı, Anadolu olmasaydı Yunanistan’daki bu mucizevî medeniyet doğamazdı”, diyen hocası Prof. Bossert’in yaklaşımını benimsemiş Prof. Darga, ilgi alanları ve yaşam enerjisiyle sürekli genç kalacak ender insanlardan…
                                                                                                          -Emine Çaykara
            (Arka kapaktan…)

         Prof. Muhibbe Darga’nın adı çokça geçerdi Arkeoloji derslerinde. Ama işte her ne kadar turist rehberliği okumuş olsam da eğitim bizde de yetersizdi. Sadece adı geçerdi. Ama hiç başka bir şeyini bilmezdim ben. Bu kitabı alınca çok heyecanlandım. Ama ne zamandır elimde olmasına rağmen anca okuyabildim.
         Muhibbe Darga müthiş bir insan. Arkeoloji alanında öncü insanlardan biri. Çok çalışmış, çok savaş vermiş hem de.

         Kitabı okurken o kadar çok kitap ismi, o kadar ok arkeolog, dilbilimci, sanatçı ismi not aldım ki anlatamam. Sayfalar dolusu not var şu an elimde. Bir insanın hayatıyla dünyaları tanıdım. Hepsiyle tek tek tanışmak dileğiyle. 

6 Şubat 2017 Pazartesi

Cezmi

         


         Cezmi
         Namık Kemal
         Akvaryum Yayınevi
        
         Merhabalar;
         Neredeyse bin yıldır kitaplık bekleyen bir kitapla geldim bugün. Yanlış hatırlamıyorsam 2008 ya da 2009’da almış olmam lazım bu kitabı. O zamandan beri Balıkesir’deki kitaplığımda bekliyordu. En son Balıkesir’e gidince buraya getirdim ben de. Artık okumak istiyordum çünkü.
         Bu arada 20013’ten beri çok fazla kitap alışverişi yapmıyorum pek. Yani üniversitede hocalarımın söylediği kitaplar ya da çoook merak ettiğim kitaplar haricinde genelde kitap fuarını bekliyorum. Nereden duydum bilmiyorum ama sürekli kitap almak da bir hastalıkmış. Yani tüm kitaplara sahip olma isteği. Bundan korktuğum için çok fazla kitap almıyorum işte. Yani tamamiyle kesemiyorum da öyle gidip bir çanta sırtlanıp dönmüyorum artık eve. Bu arada artık kitaplıkta bekleyen kitaplarımı okudukça #kitaplarkitaplıkbeklemesin etiketiyle paylaşacağım instagram hesabımda.
         Gelelim Cezmi’ye. Normalde Türk Klasiklerinin bir çoğunu okudum aslında ben. Ama elim bu kitaba gitmiyordu hiç. Okumaya başladıktan sonra ise çok keyif aldım ama. Cezmi bir asker, Adil Giray da. Kitabın büyük bir kısmında Cezmi’nin yaşadıklarından bahsediliyorsa da bir kısmında da Adil Giray’dan bahsediyor. Zaten iki karakter de bağlantılı. Okurken gerçekten bu karakterler var mıydı Osmanlı’da diye geçiriyor insan içinden. Ama ikisi de kurgu tabii ki. Yalnız kitapta dikkatimi çeken şey şu oldu: İyiler fazla iyi ve mükemmel, kötüler ise çok kötü. O noktada biraz uçlarda olmuş bana göre.
         Bu arada roman Namık Kemal’in en kötü yapıtlarından biri sayılıyormuş. O dönemin şartlarına göre çok da kötü değil bana göre. Zaten sürgün zamanlarına denk geliyor yazılış zamanı.

         Bu arada bendeki baskı Akvaryum Yayınları’ndan. Zaman zaman yazım hataları vardı. Çok rahatsız etmese de göze batıyordu yine de. 

2 Şubat 2017 Perşembe

Limonlu Pastanın Sıradışı Hüznü

         


         Limonlu Pastanın Sıradışı Hüznü
         Aimee Bender
         Çeviren: Suat Ertüzün
         Can Yayınları

         Bir gün, mutsuzluğu, acıları ve arzuları, en derindeki sırları görme yeteneğin olduğunu keşfetseydin…
            Bir gün, sana gülümseyen yüzlerin ardını görüp sana en yakın kişinin yüreğinde kilitlediği kapıları aralasaydın, ne yapardın?..
            Büyümenin eşiğindeki Rose için hayat, bir sabah geri dönülmeyecek biçimde değişir. Zira annesinin yaptığı limonlu pastadan aldığı bir lokmayla, sadece yemeği değil, onu pişiren kişinin duygularını da tatmakta olduğunu anlar…
            Olağanüstü yeteneği, aynı zamanda derin bir kaygı ve hüznü de beraberinde getirir; çünkü her zaman neşeli, güler yüzlü ve sevecen biri olarak bildiği annesi, kalbinde sarsıcı bir gerçek saklamakta, ailesinden ayrı ikinci bir hayat yaşamaktadır… Çok geçmeden babası ve ağabeyinin de çok özel yetenekleri olduğunu anlar. Her üçü için de bu yetenek, kimi zaman bir mucizeye kimi zaman da yakalarını kurtaramadıkları bir illete dönüşecektir.
            Hemen her ailenin üstünü örttüğü gerçekleri, duyarlı ve yetenekli bir genç kızın büyüme öyküsü eşliğinde anlatan acı, tatlı ama her sayfası büyülü bir şehir masalı…
            “Kitap o kadar güzel ki, tadını daha iyi alabilmek için bitirir bitirmez tekrar okumaya başladım.” Jodi Picoult
            (Arka kapaktan…)

         Merhabalar,
         Bu kitaba tam olarak 11 Aralık 2014 tarihinde başladım. Kitap Can Yayınları’dan 5. baskısı çıkınca çok konuşulunca merak edip almıştım. Benden önce Ali okudu ve beğendiğini söyledi. Ama ben kitaba başlayıp yarısına gelinceye kadar resmen acı çektim. Kitabı okurken vücudum acıyordu. Rose nasıl bir şeyler tattıkça insanların acılarını, hüzünlerini hissediyorsa ben de kitabı okudukça etim acıyor gibi hissediyordum. O yüzden kitabı yarım bıraktım.
         Bu yıl aldığım kararlardan biri de yarım bıraktığım kitapları okuyup aradan çıkartmak olduğu için dün yeniden elime aldım ve yine aynı acıyı hissetmeme rağmen umursamayıp okuyup bitirdim.
         Bana göre can acıtıcı bir kitaptı. Ben okurken resmen etimi çekiştiriyorlardı. Ama Ali’ye göre eğlenceli ve komik bir kitapmış.
         Okumak isterseniz karar sizin… :)