30 Nisan 2018 Pazartesi

O. Ç.


         


         O. Ç.
         Buket Konur
         Minval Yayınları
        
         Sonbahar yaprakları beni etkilemedi hiç, barlarda aşkından ölmedim o kadının. Olmak istediğim adamı oynadım hep ama asla olamadım. Çalma rüyaların kuytularında kaybettim çocukluğumu. Pompalı tüfekle herkesi vurabilecek kadar nefret doluyken nasıl sevebilirdim seni; sevmedim. En çok kendimi sevmedim. Rüzgara inanıp rotamı değiştirdim. Ağzımı küfürle doldurup boşaldığım sonsuzluğa benden hiçbir şey gönderemedim. Ceplerime sığdırdığım koruyucularımla ve güvende olmanın huzuruyla saldığım tenlerde unuttum geçmişi.
         “O.Ç.” dedi bana hak etmediğim; dindirilemeyen öfkesiyle ve seviyorken delicesine. İncinmedim...
         (Arka kapaktan...)

         Buket Konur’un Mor Delilik isimli kitabını duymuştum ama bu kitabı hakkında bir bilgim yoktu aslında. Erdi Karadeniz, Youtube sayfasında Buket Konur ile bir röportaj yapacağını ve yorum kısmına kendisine sormak istediğimiz sorularımızı yazmamızı istemişti. Yorumların arasından da birkaç kişiye Buket Konur’un kitaplarından imzalı olarak göndereceklerdi. Ben de bir soru yazmıştım. Ama kitap gelir diye hiç düşünmemiştim açıkçası. Paketi açınca çok şaşırdım. Kafa karışıklığımdan başka bir şeyler bekliyordum çünkü. :D
         O.Ç. çıkınca keşke Mor Delilik gelseymiş dedim. (Nankör okuyucu :D) ve sanırım kapak yüzünden bu kitaba karşı kesin beğenmeyeceğim diye bir önyargım oluştu hemen. Ama kitaba tek kelimeyle ba-yıl-dım!
         Özellikle de O.Ç. isimli tüm şiirlere ve Bilge isimli bir başka şiire bayıldım. O kadar tanıdık şiirlerdi ki bu şiirleri başkası yazmış olmalı diye düşündüm hep. Bu başkasının hikayesiydi çünkü.
         Daha önce bu kitapla tanışmadıysanız eğer bir bakmanızı tavsiye ederim.

Kırmızı


         


         Kırmızı
         Yıldız Ramazanoğlu
         Selis Kitaplar
        
         “Tüllerin arkasından olanları sessizce izleyen komşulara el sallamaya başladı. Gündelik olağan yaşamlarını renklendiren bu müstesna dakikaların kahramanı olarak onlara bir temannada bulunmak geldi içinden. Gülümsedi hatta. İhsan’ın disketlerin polislerin kıpır kıpır tüllerin ardından. İşte buna gülümsenir. Bu zehiri her içen gülümser bunu yaparken. Biz suçlu olarak bunları yaşarken suçluluk duygusundan iyice uzaklaşıyoruz ey millet diye bir söylev yükseliyordu içinde.”
         “Masaya eğildi. Takvim yaprağına. Leyleklerin gitme zamanı. Bu son leylek diye de yazacaktı neredeyse. O kadar açıktı kağıtta yazanlar. Rüya normaldi ama yazı acayipti. Ağzı dili bağlanıyordu. İş tuhaf bir şekilde değişiyordu. Ayşe sıkı durmaya kendini bırakmamaya, başını şöyle bir arkaya atıp, hiç zannetmiyorum demeye davrandıkça atmosferde ılık bir hava akımı oluşuyordu. Bir leyleğin karnı gibi beyaz aydınlık bir gülüşü var aslında Celal beyin diye düşünmeye başlamıştı durup dururken. Günlerin kısalmasıyla ilgisi var mıydı beyaz görmenin.”
         “Kader ağlarını örüyor demek böyle bir şey demek ki. Yerçekimi artıyor. Sonra buz kesen hayır kelimsesi kıvranarak havada yol alırken sıcak bir hava kütlesiyle karşılaşıp sıvılaşıyor.”
         (Arka kapaktan...)

         Öykü kitabı okumayı her zaman çok sevmişimdir. Çok fazla da öykü kitabı bitirdim aslında. Nedense bu kitapla ilgili beklentim de çok yüksekti. Ama biraz hayal kırıklığı oldu benim için.
         Bir kere daha ilk öyküden canım sıkıldı. Öykünün ismi Ayla ile Zeliha ama öykünün yarısından sonra Ayla’dan hep Ayşe diye bahsediyor. Yani son okumayı nasıl yapmış anlamıyorum. Sıkıcı işte.
         Diğer öykülerde de tam ivme yükseliyor diyorum ama birden hızlıca bir düşüş oluyor. O yüzden kitap benim için eh işte öykülerinden oluşuyordu.

Dinden Sonra Dinsellik


         


         Dinden Sonra Dinsellik
         Luc Ferry – Marcel Gauchet
         Çeviren: Can Utku
         Agora Kitaplığı
        
         Din, başından bu yana dünyanın en çok tartıştığı konu. İnsanlık düşüncesini meyana getiren her açılım, ya dinle ya dine karşı çıkarlarla beslenmiş durumda. 21. yüzyılın eşiğinde ise bu kavram yepyeni boyutlar kazandırıyor. Siyaset dünyasıyla düşünce dünyasının kat yerini oluşturmakla kalmıyor, insanlığı bugün de yakıp kavuran savaşların, ona zemin hazırlayan uygarlıklar çatışmasının özünü oluşturuyor. Bu sürecin önemli kurucu kavramı ise laiklik; ya da din-ötesi gerçeklik, zihinsel tasavvurlar. Dolayısıyla, modernleşmenin dinle kurduğu sancılı ilişki, dinin insan varoluşu için ifade ettiği anlam ve bunun modern bilinçle yaşadığı örtüşmeler ve çelişkiler hala sorgulanmayı bekliyor.
         Fransa’nın en önemli düşünürleri arasında yer alan ve ikisi de din ve laiklik konusunda önemli yapıtlar vermiş olan Luc Ferry ile Marcel Gauchet, bu kitapta bu sorunları ele alıyorlar. Çıkış noktalarını yukarıdaki soru oluşturuyor: acaba dinden sonra bir “dinsellik” olabilir mi ve insanın yüzlerce yılda hazırladığı toplum, siyaset gibi kültürel çevreler bu durumu nasıl karşılarlar? İnsanın kutsalla olan ilişkisi ve Batı bilincinin bu eksende yaşadığı dönüşümler, kısacası büyük serüven, iki düşünür tarafından felsefi ve sosyolojik nir sınamaya tabii tutuluyor. Arka planda daima o karaltı var: modern insan ve onun sancılı yüreği.
         Dinle yatıp kalkan, Batı’yla arasındaki en önemli sorun olarak dinsel farklılığını gören, modernleşmeyle laiklik arasındaki sıkışmışlıktan kurtulmaya çalışan Türkiye’de sürdürülen yüzeysel, derinliksiz tartışmalara karşı çok önemli bir metin bu. Her kesimin ayr ayrı ele alıp okuması ve tartışması gereken bu kısa ve yoğun kitap, politikaya giden yolun uzun ve çileli olması gerektiğini de hatırlatan çarpıcı bir düşünce yapıtı.
         (Arka kapaktan...)

         Bu kitap uzun zamandır kitaplığımda okunmayı bekliyordu. İki meşhur düşünürün dinden sonra yaratılan “dinsellik” kavramını irdeleyişini okuyoruz.
         Açıkçası ben bütün dinler üzerinden ilerleyeceklerini düşünüyordum ama genellikle Hristiyanlık üzerinden düşüncelerini ilerlettiler. Fena bir kitap değildi ama. Çok uzun zamandır felsefe kitabı okumadığım için bana iyi geldi onlarla birlikte düşünmek.

Öyle Güzel Bir Yer Ki


         


         Öyle Güzel Bir Yer Ki
         Murat Gülsoy
         Can Yayınları
        
         Camdan bir kutunun içinde kısılı kalmış gibiydi. Başının üzerini yokladı, orada da camdan bir tavan vardı belli ki. Görünmeyen duvarı yumrukluyor, bağırarak yardım istiyordu. Ama kutu sımsıkı kapalı olduğu için sesini duyuramıyordu sanki. Birden başının üzerinde bir ağırlık hissetti, elini kaldırdı, tavan hareket ediyordu. Yavaş yavaş bir piston gibi aşağı iniyordu. Önce direnmeye çalıştı ama görünmeyen tavan güçlüydü.
         Fırtınalı bir gecede eskici Kerem’in dükkanında bir araya gelen eski lise arkadaşları geçmişe doğru karanlık bir yolculuğa çıkarlar. Kerem için bu yolculuk hem yeni bir aşkın kapısını aralayacak hem de yıkımın başlangıcı olacaktır. Yaşadığı ülkenin geçmişi, günü ve geleceği Kerem’in peşini bırakmaz. Binaların, parkların, bütün şehrin dönüşüp yerle yeksan olduğu bir zamanda roman kahramanları yıkımdan kurtulabilecek midir?
         Murat Gülsoy okurunu bir yandan hayatın sonsuz anlarını kaydeden bir zihne davet ediyor diğer yandan görünmez bir kapanın içinde kısılı kalmış küçük hayatların, bireysel acıların, bencil hırsların hemen yanı başında kanayıp duran geçmişe ait söylenmeyenleri işaretliyor.
         Öyle Güzel Bir Yer Ki, siren seslerine kapılıp giden yaşamımızın, alacakaranlık dünyamızın romanı...
         (Arka kapaktan...)

         Bu kitap #kitapagacisabitfikirkulubu kitabımızdı. Geçen ay da Hakan Bıçakcı’nın Uyku Sersemi’ni okuduğumuz için bu kitap bana hep onu hatırlattı. Yine bir bina yıkımı var yani. O yüzden okurken biraz sıkıldım.
         Normalde kitaplarda tekrar eden bölümleri severim ama bu kitapta onu da sevemedim.
         İçine çok giremediğim ve içim sıkılarak okuduğum bir kitap oldu ne yazık ki. Oysa isminden midir nedir çok umutluydum bu kitaptan. Belki de doğru zaman değildi okumak için. Bilemiyorum ama çok sıkıldım.