31 Ağustos 2020 Pazartesi

Kedi Köprüsü

 


Kedi Köprüsü

Haluk Levent

Gendaş Yayınları

 

Neden yardım konserleri? Çocukken öğretmenlerimiz bize “piyangodan ikramiye kazansanız ne yaparsınız?” diye sorduğunda, sınıf dolusu çocuktan bir ikisi dışında hepsi, bu parayı fakirlere, kimsesiz çocuklara ve hastanelere dağıtacağını söylerdi. Ülke için hayaller hep çocukken kurulurdu. Meksikalı büyük şair Octavio Paz “Kurduğunuz düşe yaraşmaya çalışın.” der. İnsanlara, hele çocuklara yardım etmek için başarı istemek, insana yakışan bir düştür.

Ben yeni halk müziği yapmak istiyordum, ama kültürel-sosyolojik boyutu ne olacaktı, müzikal boyutu ne olacaktı? Yapacağım müzikte sözler Aysel Gürel, beste Garo Mafyan olup; imaj da Neslihan Yargıcı’dan mı gelecekti?! Bunları hiç istemedim.

Kendi tarzımı nasıl belirginleştirmeliydim? Çocukluğumdan beri dinlediğim rock müzik, söylemek istediğim türküler ve üzerinde düşündüğüm politik tavır vardı kafamda.

(Arka kapaktan)

 

Geçen hafta Balıkesir’deydim. Aylar sonra. En son Aralık başında gitmiştim. Sonra araya başka şeyler girdi, pandemi girdi, oldu da oldu yani. Neyse işte Balıkesir’de çarşıda dolaşırken (çünkü neredeyse hiç insan yok, İzmir’den sonra ıssız bir yerdeymişim gibi geldi Balıkesir. Hele bizim mahalle. 😊 ) Lise yıllarımın uğrak noktası Mortaş İşhanı’nın önünden geçiyordum. Bir bakayım değişmiş mi dedim. Dükkandan içeri bile girmedim halbuki çünkü kitap alma niyetim yoktu ama koridordaki rafta Haluk Levent’i görünce aklım çelindi. 😊 Onu orada bırakamazdım, anlıyor musunuz?! Zaten 4 al 3 öde vardı, eh yanına da eklenen üç kitap oldu bu yüzden. 😊

Kitap, Haluk Levent’in çocukluğundan başlıyor. O zamanların Adana’sı hakkında da biraz bilgi veriyor. Sonra ise müzik hayatının nasıl başladığı ve devamında nasıl şekillendiğiyle devam ediyor. Kitabın sonlarına doğru ise bazı mektuplara verdiği cevaplar var.  

Neredeyse tüm şarkılarını ezbere bildiğim bir insanın kitabı hakkında da objektif olamayacağım açıkçası. :D Sevdim ben. Başka bir kitabı daha varmış. Bu kitaptan sonra haberim oldu. 


Kırılgan

 


Kırılgan

Alper Beşe

Kırmızı Kedi Yayınları

 

Üçüncü öykü kitabı Kırılgan’da Alper Beşe, Necatigil’den Rothko’ya uzanıp aklardan renklere geçiyor. Biçim ve dildeki yetkinliğini gözler önüne sererken öyküde ne aradığını beyan ediyor…

Kırılgan, ustalığa geçişin ilk adımı.

(Arka kapaktan)

 

Alper Bey’in daha önce Bir Takım Tuhaflıklar ve Gecikmeli isimli öykü kitaplarını okudum. İkisini de çok sevmiştim. Sonra kendisine yeni kitabınız ne zaman çıkacak diye sorduğumda bana Kırılgan’dan bahsetmişti. Diğer kitaplarından farklı bir yayınevinden çıktığından haberim olmamıştı açıkçası. Bu konuşmadan kısa bir süre sonra kitabı satın aldım ama okumak için biraz beklemek istedim açıkçası. Çünkü böyle kötü günlerin geleceğini biliyordum. :D Garanti kitap -sıkkın, bir türlü okuyamadığım zamanlara bazı seveceğime emin olduğum kitapları saklarım.)

Alper Bey, Kırılgan’ın diğer öykü kitaplarından farklı olduğunu söylemişti. Evet, çok farklı hem de. Sayfa düzeni olarak da farklı hem. Ama ben seviyorum böyle değişiklikleri. Yazın olarak da önceki öykülerinden daha cüretkar ve vurucu bence.

Kitabın arkasında ustalığa geçişin ilk adımı diyor. Haklılar bence. 



31 Temmuz 2020 Cuma

Sarsıntı

 


Sarsıntı

Barış İnce

Can Yayınları

 

Sustunuz… Uzunca bir süre sustunuz. Niye böylesiniz? Böylesiniz işte. Sevdiğini hiç bağıra çağıra söylememişler gibisiniz. Haksızlık görünce dili tutulmuşlar gibi… Suskun. Bedeni huzurda namaza durmuş, kafası başka yerde münafıklar gibisiniz. Verdiğiniz sözleri yutmuş, ettiğiniz yeminleri bozmuşsunuz. Duyulmasından korkmuşsunuz. Olduğunuzdan cesur davranıp zayıflığınızı saklamışsınız. Sesinizin çok çıktığı anlarda boyun eğmişsiniz sanki… Aciz. Keşke söylemeyi değil duymayı öğrenseydiniz…

Barış İnce, büyük beğeni toplayan romanı Çelişki’den sonra okurlarını her anlamda “sarsacak” bir romanla karşımızda. “İsimsiz” bir adadaki esrarengiz cinayetler, ada halkını avcuna almış, mafyalaşmış bir dini grup, bir masa etrafında toplanıp hem kaybolan arkadaşlarının hatırasıyla hem de dostlukları ve aşklarıyla hesaplaşan üç arkadaş ve tüm gizemlere ışık tutacak sahipsiz bir günlük…

Sarsıntı, yalnızca bugüne değil Türkiye’nin tüm zamanlarına, artık katran bağlamış acı gerçeklerine dair, ustaca yazılmış bir roman.

(Arka kapaktan)

 

Bu kitabı Can Yayınları indiriminden aldım. Çıktığı zaman çok görmüştüm ellerde. Herkes çok bahsetmişti. Merak ediyordum. Yazarın Çelişki diye bir kitabı daha var, onu da merak ediyorum aslında.

Hikaye adada geçiyor. İstanbul’dan bankacılığı bırakıp göçen Levent, adada meyhane işletmeye başlıyor. Benim gözümde nedense Cunda Adası canlandı ama kitapta ada ismi geçmiyor hiç. Adı bilinmeyen bir ada. İstanbul’un adaları bile olabilir aslında. Bir masa etrafında toplanmış arkadaşların konuşmaları ve Levent’in günlüğü ile ilerliyor kitap.

Tarikatlar, seri cinayetler, şiddet, deprem, çocuk istismarı gibi konular var alt metinlerde. Kolay okunur bir kitaptı, bir oturuşta bitirdim ben. Biraz Uyku Sersemi biraz da Öyle Güzel Bir Yer Ki tadı aldım zaman zaman.

Tek sıkıntım kitabın orta yerinde sonunu öğrenmemizdi. Biraz daha geciktirilebilirdi bence.

 


Bir Şehri Yok Etmek – İstanbul’da Kazanmak ya da Kaybetmek


Bir Şehri Yok Etmek – İstanbul’da Kazanmak ya da Kaybetmek

Emine Uşaklıgil

Can Yayınları

 

Türkiye’de, ekonomik gelişme ve büyümeyi sağlamak için en büyük koz olarak inşaat sektörü görüldü. Ancak bu sektörün sağlıklı ve kalıcı bir ekonomik büyüme yaratamadığına dair pek çok araştırma ve inceleme daima görmezden gelindi. Şehirler inşaat projelerinin “arazisi” haline getirildi.

Emine Uşaklıgil bu durumu İstanbul üzerinden gösteriyor. İnsanlar, mahalleler, sokaklar, çarşılar, pazarlar, kentin tarihi tanığı binalar, dereler, ormanlar, anılar ve hikayelerden oluşan şehir, özellikle İstanbul, bir rant kaynağı ve merkezi oldu. Bu rant hırsı, İstanbul’un kadim mahallelerine; Sulukule’ye, Balat’a, Tarlabaşı’na, Okmeydanı’na yöneldiği gibi “yeni” İstanbul yaratmak için ormanlara, su havzalarına ve barajlara da “arazi” mantığıyla bakmaya başladı.

Bunu engellemek mümkün mü? “Ecdat yadigarı” İstanbul’dan geriye ne kalacak? Göreceğiz! Tarihi silüeti bile giderek ve hızla bozulan İstanbul’a hala sahip çıkanlara… “Kent hakkı”nı savunan kentlilere, yurttaşlara…

Yaşam alanlarımızı, evlerimizi, sokaklarımızı, mahallelerimizi, şehirlerimizi savunmak, karamsarlığa kapılıp teslim olmaktan çok daha zor. Ama emin olun hepimiz teslim olmanın insanı yiyip bitiren öfkeye bulanmış hüznü yerine, mücadele halinin neşesini hak ediyoruz.

(Arka kapaktan)

 

Bu kitabı ne zamandır okumak istiyordum da sinirleneceğimi bildiğimden bir yandan da kitaplıkta bekletiyordum. Tarih boyunca İstanbul hep çok önemli bir şehir oldu. Cumhuriyet’in kurulmasıyla başkent ünvanını kaybetmiş olsa da yine de önemli bir şehirdi.

Kitapta ağırlıklı olarak şuan ki mevcut hükümetin İstanbul için yaptığı saçma sapan yapılaşma üzerinden gidilse de aslında onlardan çok önceden başlatılmış bir planlama(ma) varmış. İnşaatçı kafasıyla nasıl mahalle ve semtlerin yıkılıp rant uğruna başkalarına kazandırıldığını okuyoruz daha çok. Tarihi dokuyu yok ediyorlar falan diyoruz ya hep bu kitaptaki araştırmalar ve çeşitli uzmanlara göre çoktan yok olmuş bile doku, tarih, şehir.

Kitap 2014’ün başlarında yayınlanmış. O zamanın gündeminde üçüncü köprü, üçüncü havalimanı ve Kanalistanbul varmış. Bunların neden yapılmaması gerektiği de çok güzel anlatılmış. Zaten güya “intihar, imkansız” dedikleri ne varsa sonradan yapmaları da ilginç. Tabii kitap Gezi sonrasında hazırlanan bir kitap. Gezi’ye kadar 1990lardan hatta -abartı bile olmayacak bir şekilde- 1980lerden beri olanların tüm birikimi var. Şehir kurmak, şehirleşmek, şehri yok etmek… Yeni Osmanlı diye diye Osmanlı’dan kalanlar da dahil tüm şehri yıkıp yeni baştan yapmak! Otel için, avm için imara açılan her yer. Kentsel dönüşüm ayağına sürülen gecekondulular. Sınırsız yetki ile donatılan Kiptaş ve Toki. Hepsi. Hay sizin inşaat aşkınıza! İnşallah şu depremi yaşamayız ama eğer o günleri yaşarsak İstanbul’un sayelerinde nasıl darmaduman olacağını da göreceğiz maalesef.

Aslında söyleyecek çok sözüm var da susuyorum. Görmediğimiz, duymadığımız gizli gizli yürütülen çok şey var. İleride tarihçilerin tüm bunları nasıl yazacağı da belli bana göre.

Okumanızı tavsiye ederim. 

 

17 Temmuz 2020 Cuma

Dünyaya Orman Denir

 


Dünyaya Orman Denir

Ursula K. Le Guin

Çevirmen: Özlem Dinçkal

Metis Yayıncılık

 

Ağaçlarla kardeş gibi yaşayan ve düşleri en az bizim gündelik yaşamımız kadar gerçek olan bir ırk, kendini “gerçekçi” Arz’lılara karşı nasıl savunabilir? “Yazmak çoğunlukla zor ama keyifli bir iştir benim için; bu öyküyü yazması kolaydı ama pek keyifli değildi. Bana hiç seçenek bırakmadı. Ülserli bir patronun sekterine mektup yazdırması gibi yazdırdı kendini bana. Ben orman ve düş üzerine yazmak istiyordum; yani belirli bir ekolojiyi içeriden bir bakışla betimlemek, biraz da Hadfield’in ve Dement’in uyku düşlerinin işlevleri ve düşün yararları üzerine görüşleriyle oynamak istiyordum. Ama patron ekolojik dengenin tahrif edilmesinden ve duygusal dengenin reddedilesinden bahsetmek istiyordu. Ahlak ders veren öyküleri pek sevmek, çoğunlukla iyilik duygusundan yoksun olurlar. Umarım bu öykü öyle değildir. Madem bir kere ahlak dersi vermek zorunda kaldım, şunu söyleyebilirim bir tek. Don Davidson olmak Raj Lyuboy olmaktan daha da acı vericidir.”

(Arka Kapaktan)

 

Hainli Döngüsü’nden okumaya devam ediyorum. Dünyaya Orman Denir de insanlar Arz’daki kaynaklarını tükettikten sonra kaynak üretebilecekleri yerler aramaya başlarlar ve yaratıkçık dedikleri varlıkların ülkesine gelirler. Bunlar kendilerine insan, düş dünyaya gerçek dünya, Arz’dan gelenlere ise Devadam diyen savaşmayan, devlet ve yönetimleri olmayan küçük, yeşil tüylerle kaplı varlıklardır. Sürekli ama sürekli bir ağaç kesim işi olur. Ağaçları Arz’a götürmek için istiflerler, açılan araziye fiberotu ekilir. Yaratıkçıklar köleleştirilir.

Ama bir şeyler olur. Bu yaratıkçıklar ile iletişim kurabilmek için birbirlerinin dillerini, kültürlerini öğrenmek gerekir. Yaratıkçık Selver de öğrenir; Devadamların dilini, yaptıklarını, asıl yapmak istediklerini, onlara göre insanın ne olduğunu, insanın kazanmak için neler yapabileceklerini…

İnsan hep kötü. Gittiği yere yıkımla, kötülükle gidiyor. Gerçek yaşamı geçtim kitaplarda bile bu böyle. Sevmiyorum. Bu her şeyin üzerinde sonsuz hak gören yaratığı sevmiyorum.

Not: Goodreads’de Avatar’a ilha olan kitap gibi yorumlar gördüm ama ben film konusunda biraz kıt olduğum için o kısmını bilemeyeceğim.

 


13 Temmuz 2020 Pazartesi

Zaman Çarkı Serisi / Büyük Av (İkinci Kitap)


Zaman Çarkı Serisi / Büyük Av (İkinci Kitap)

Robert Jordan

Çeviren: Gamze Sarı

İthaki Yayınları

 

Terkedilmişler serbesttir. Valere Borusu bulunur ve Ölüler düşsüz uykularından uyanmaya başlarlar. Kehanetler gerçekleşmektedir…

Aes Sedailerin, Yeniden Doğan Ejder ilan ettiği Rand al’Thor ise kaderinden ümitsizce kaçmaya çalışmaktadır. Ancak bu kaçışın sonsuza dek sürmesi mümkün değildir.

Gücü her geçen gün artmakta olan Karanlık Varlık, kadim zindanından kaçmak, Çark’ı kırmak, Zaman’a bir son vermek ve Desen’in dokusunu parçalamak için uğraş vermektedir.

Ve Desen, Ejder’in ortaya çıkmasını talep etmektedir.

(Arka Kapaktan)

 

İlk kitabın sonuna doğru kahramanlarımızın yolculuğu Fal Dara’dan Dünyanın Gözü’ne dönmüştü ve oradan bir şey almışlardı.

Bu kitap ise Fal Dara’dan başlıyor. Dünyanın Gözü’nden alınan şey ile birlikte buraya dönülmüş ve bir dinlenme/düşünme evresindeler artık. Rand, olduğu söylenen şeyi reddediyor ve Aes Sedai’lerin olmadığı, hayatına karışmayacakları yerlere gitmek istiyor. Bu sırada kızlar da kendi yollarını çiziyorlar ve o yöne doğru gidiyorlar. Ama çark dönmeye ve desen dokunmaya devam ediyor. Bir felaket yaşanıyor ve Dünyanın Gözü’nden getirilen şey ve Mat’in bağlanmış bulunduğu nesne yok oluyor. Rand ve diğerleri bir orduyla hemen peşlerine düşüyorlar tabii.

Yine uzun uzun yolculuklar yapıldı kitapta. Yolculuk hikayelerine bayıldığımdan kitapları pek severek okuyorum doğrusu. :) Benim için hazine gibiler. Fantastik unsurların da çok önüne geçiyor hatta bu durum. (Deliyim galiba. :D )

Kitabın sonu bambaşka bir yerde bitiyor doğrusu. Artık Rand sürekli kendisini olduğu söylenen şey olduğuna inandıracak gibi. Bakalım üçüncü kitapta neler olacak? O kadar merak ediyorum ki sürekli bu kitapları okumak istiyorum ama başka kitaplar da var okunacak. :) Tam bir kafa karışıklığı. İşte ben bu yüzden seri kitaplardan uzak duruyordum; biliyorum kendimi. :D

Bu kitap ile ilgili tek eleştirim bir bölümün içinde yapılmış alakasız geçişlerdir herhalde. Okurken birden bambaşka birinden anlatmaya devam ediyordu. İlk kitapta böyle değildi.

 

 

9 Temmuz 2020 Perşembe

Nerde O Eski Usturalar

 


Nerde O Eski Usturalar

Rıfat Ilgaz

Çınar Yayınları

 

Rıfat Ilgaz, toplumdaki zıtlıkları ortaya çıkarmanın en iyi yolu olarak gördüğü mizahı öykülerinde ustaca kullanır.

Nerde O Eski Usturalar’da yer alan yirmi dört öyküsüyle bunu bir kez daha gözler önüne seriyor.

Edebiyatımızın “Koca Çınar”ının ne denli “gözü toplumda, kulağı halkta” bir yazar olduğunu görmek için etkileyici öyküler…

(Arka kapaktan…)

 

Rıfat Ilgaz’ın anısına bir kitabını okuyayım dedim. Elimde bu kitap vardı sadece okunmamış. :)

Kitap tanıdık… Rıfat Ilgaz’ın dilinden bildik yurdum insanı manzaraları hem de mizahlı. :)

 


3 Temmuz 2020 Cuma

Çağrışımlar

 


Çağrışımlar

Ahmet Önel

Kavis Kitap

 

Ahmet Önel, eşine az rastlanır bir çalışma yapmış: klasik romanların izinden giderek tüm okurların belleğinde yer etmiş bu başyapıtların çağrışımlarıyla, yepyeni, ufuk açıcı bir çağdaş metin oluşturmuş. Çağrışımlar, ünlü İtalyan yazar Italo Calvino’nun ünlü “Klasikleri Niçin Okumalı” yazısından el alan bir metinler toplamı. Kitap, klasiklerin göstergelerinin verdiği esinle ilerliyor. Ve her okuru kendi klasiği üzerinde düşünmeye çağırıyor.

(Arka kapaktan…)

 

Sınavlarıma çalışıp, girmem gerekirken ben neden okuyorum? Çünkü elektrik kesikti! Bütün gece sıcaktan uyuyamayıp sabah bayılmışım. :D Uyandığımda elektrik yoktu. Şu kitaba devam edeyim en iyisi mi dedim; dün azıcık okudum çünkü. Elektrik geldi öğlen ama az kalmıştı kitabın bitmesine. Bitireyim dedim. :)

Klasik birçok romanın çağrışımlarını yazmış Ahmet Önel. Kitapların çağrıştırdıklarından yeni anlatılar yani.

Enis Batur da yazmakta olduğu kitabı yazarken gelen çağrışımları, sonrasındakileri, gittiği yerlerin çağrışımlarını falan yazar ya… Bir tanışıklık hissiyle okudum o yüzden. Güzeldi. :)

 


2 Temmuz 2020 Perşembe

Mülksüzler

 


Mülksüzler

Ursula K. Le Guin

Çeviren: Levent Mollamustafaoğlu

Metis Yayıncılık

 

“…Vermediğimiz şeyi alamazsınız, kendinizi vermeniz gerekir. Devrim’i satın alamazsınız. Devrim’i yapamazsınız. Devrim olabilirsiniz ancak. Devrim ya ruhunuzdadır ya da hiçbir yerde değildir.” Konuşmasını bitirirken, yaklaşan polis helikopterlerinin gürültüsü sesini boğmaya başladı.

“Romanım Mülksüzler, kendilerine Odocu diyen küçük bir dünya dolusu insanı anlatıyor; Oda romandaki olaylardan kuşaklardan önce yaşamış, bu yüzden olaylara katılmıyor, ya da yalnızca zımnen katılıyor, çünkü bütün olaylar aslında onunla başlamıştı.”

“Odoculuk anarşizimdir. Sağı solu bombalamak anlamında değil; kendine hangi saygıdeğer adı verirse versin bunun adı tedhişçiliktir. Aşırı sağın sosyal-Darwinist ekonomik özgürlükçülüğü de değil; düpedüz anarşizm: eski Taocu düşüncede öngörülen, Shelley ve Kropotkin’in, Goldmann ve Goodman’ın geliştirdiği biçimiyle. Anarşizmin baş hedefi, ister kapitalist isterse sosyalist olsun, otoriter devlettir; önde gelen ahlaki ve ilkesel teması ise işbirliğidir. (dayanışma, karşılıklı yardım) Tüm siyasal kuramlar içinde en idealist olanı anarşizmdir; bu yüzden de bana en ilginç gelen kuramdır.”

(Arka kapaktan…)

 

İtiraf ediyorum Hainli Döngüsü’ne sırf Mülksüzler’i okuyabilmek için başladım. :D Tamam, hepsini merak ediyordum ama en merak ettiğim Mülksüzler idi. İsmi bile beni çekmeye yetiyor. :D

Kısaca konusundan bahsetmek gerekirse Urras isminde bir ada-gezegen ve onun uydusu konumunda Anarres isminde başka bir ada-gezegen var. Urras’tan Odo isminde bir kadın her şeyi bırakıp bu Anarres’e sürgüne gitmiş ve ondan yıllar sonraki zamanlar anlatılıyor. Her şeyin ortak kullanımda olduğu, mülkiyetçi düşüncenin bencillik hatta suç sayıldığı, evliliğin ya da bağ kurmanın falan saçma bulunduğu bir yer. İşte burada Shevek adında bir fizik kuramcı var ve Urras’a giden bir gemiye binmesiyle başlıyor her şey.

Kitap bir çember çizerek ilerliyor. Yani sonunda başladığı noktaya geri geliyor. İlk başlarda karmaşık geldi anlatım şekli bana ama (çünkü bir Urras’tan bir Anarres’ten anlatım var) daha sonra taşlar yerine oturuyor. Ama sonunda anlıyorsunuz ki bu çember önemliymiş.

Bülent Somay, kitabın girişinde Le Guin’in Mülksüzler’i (The Dispossessed); The Possessed’e (Ecinniler) bir cevap olarak yazdığını söylüyor. Her ne kadar ruhuna şeytan girmişler ya da cin tutmuşlar demek olsa da bir anlamda da sahip olunanlar demek ne de olsa.

Tabii Elif durur mu, hemen 10 (on) yıldır kitaplıkta bekleyen Ecinniler’i çıkardım ortaya. Okumam lazım. :D

Bir de makale okudum Kudret Nezir Yunusoğlu’na ait: Ursula Le Guin’in Mülksüzlerinde Ütopyanın Değişen Yüzü. Google’a sorarsanız çıkar. u

Hakkında çok konuşasım var ama Hainli Döngüsü ile ilgili video çekiyorum ama yine de bu kitabı bir bildungsroma (birey oluşum romanı) ya da bir anarko-sosyalist bir bildirge olarak okumak size kalmış tabii.