Jack London
Jack London 33
yaşında Martin Eden’i yazdığında Vahşetin Çağrısı, Beyaz Diş ve Deniz Kurdu ile
uluslar arası başarısını kanıtlamıştı. Fakat London ünlü olunca birden düş
kırıklığına uğradı ve Güney Pasifik’te bir deniz yolculuğuna çıktı. İki yıllık
zorlu yolculuğunda, yorgunluk ve bağırsak hastalıklarıyla mücadele ederken,
içinde düş kırıklıklarına, ergenlik çağında yaptığı çete kavgalarını ve yazar
olarak tanınmak için verdiği mücadeleyi anlattığı Martin Eden’i yazdı.
Kitaptaki Ruth Morse adlı karakter Jack London’un ilk aşkı Mabel
Applegarth’tır.
Jack London’un
1909 yılında yazdığı klasikleşmiş romanıdır. Bir gemi işçisinin yazar olma
çabasının anlatıldığı romanda, tutkulu, âşık, kalıplaşmış düşüncelere karşı
duran, sorgulayan, inanan ve idealleri uğruna, çıkarına olmasa da
düşündüklerini cesurca ifade eden gemi işçisi Martin Eden anlatılır.
Radikal’de bu
kitap ve yazar ile ilgisi şöyle bir yazısı var A. Ömer Türkeş’in:
Jack London mı, Martin Eden mi?
‘ Martin Eden’, genç bir adamın
yükselişini anlatan bir roman. Ün ve para söz konusu yükselişin önemsiz bir
boyutu aslında. Jack London’un esas meselesi Martin’in aydınlanması.
80’lere kadar
Türkiye’de –özellikle solcu çevrelerde- çok okunan yazarların başında geliyordu
Jack London. Şahsına ve kitaplarına gösterilen bu ilgide, onun, sosyalizme
sempati duyan bir ABD vatandaşı olmasının etkisini inkar edemeyiz. Ne var ki,
pek çoğu özensizce yapılan çeviriler, romanları hakkında bir fikir verse de,
Jack London’un edebi yanını ortaya koymak açısından çok yetersizdiler.
Romanları ‘gereksiz’ edebi teferruattan ‘arındırılmış’, hızlı ve hareketli hikâyeler
haline getirilmişlerdi. Doğrusunu söylemek gerekirse para kazanmak için kaleme
aldığı bu tarz romanları da vardı. Sonuçta, sanki gençlikte okunacak bir yazar
muamelesi gördü London. Oysa, Vahşetin Çağrısı (1903), Demir Ökçe (1907) ve
Martin Eden (1909) gibi önemli romanlara imza atmış bir yazar, kuşkusuz daha
ciddi okumaları hak ediyordu.
London’ın
Martin Eden’le başlayan yeni edisyonu Jack London’ı böyle bir değerlendirme
yapabilmek için iyi bir fırsat veriyor…
Bir yaratıcının çektikleri
Hikaye ABD’de,
1800’lü yılların ikinci yarısında başlar. Kapitalizmin en çıplak ve vahşi
sömürüsünün yoksul kitleleri ezip geçtiği bu yıllarda, genç bir adam zengin bir
kızla karşılaşır. İlk görüşte aşk diyelim isterseniz buna; ama hislerden ziyade
hırslara dayalı bir aşk… Genç adam, yani Martin Eden, eğitimsiz yoksul bir
denizcidir. Ruth’sa zengin bir ailenin üniversite öğrencisi narin kızı. Ruth’un
yaşadığı ev, dış görünüşü, bilgisi ve kültürü Martin’in dünyasının öylesine
dışında ve öylesine parıltılıdır ki, Martin imgeleminde melekler katına
çıkaracaktır Ruth’u. Belki de kızın maddi gücüne erişmesinin ilk elde imkânsızlığından,
onun bilgi ve kültürüne sahip olmayı hedefler kahramanımız. Günlerini halk
kütüphanesinde geçirmeye başlayan Martin, kitapların dünyasına açılır.
Başlangıçta bir şey anlamasa bile, bıkmadan usanmadan okur; Marx okur,
Nietzsche okur, en çok da edebiyat metinleri okur. Kafasına yazar olmayı
koymuştur artık. Sadece edebiyat aşkından değil, yazarak zengin olabileceğine
de inanmaktadır.
Bir yandan
geçimini sağlamak için gemilerde çalışmayı sürdürürken, diğer yandan büyük bir
sebatla hiç durmadan üretir; makaleler, hikâyeler ve şiirler yazar. Ancak
ürünlerini gönderdiği gazete ve dergi editörlerinden gelen yanıtlar hiç
yüreklendirici olmaz. Neyse ki aralarındaki sınıfsal farklara rağmen Ruth’la
ilişkileri kopmamış, tersine kızda da Martin’e karşı gizli duygular uyanmaya
başlamıştır. Ruth, Martin’i edebi heveslere boşverip para kazanmasını
sağlayacak gazetecilik mesleğine yönlendirmeye çalışır. Martin’se gazeteciliğin
yazarlık becerisini baltalayacağını düşünmektedir. Maddi manevi her türlü
zorluğu göğüsleyerek kendi bildiği yoldan ilerleyecek ve sonunda edebi
çevrelere kendisini kabul ettirecektir. İlk kitabı çok kısa zamanda büyük satış
rakamlarına ulaştığında yayıncıların yeni kitap, makale ve hikâye taleplerini
karşılayamaz hale gelir. Hatta, bir zamanlar burun kıvrılan şiirleri bile
göklere çıkarılmış, büyük telif ücretleri ödenerek yayınlanmıştır. Şöhret ve
parayla birlikte zengin çevrelerin ilgisini de kazanan Martin’in sevgilisiyle
bir araya gelmelerinin önündeki engeller aşılmıştır…
İlk bakışta
Yeşilçam ve Hollywood sinemalarının salon romantizmini hatırlatan, ‘Hani bir
zamanlar hakir gördüğünüz yoksul ama onurlu bir genç vardı’ repliğiyle
özetlenebilecek bir roman gibi görünüyor. Ne var ki Martin’in hikâyesi henüz
bitmedi; daha önce değersiz buldukları yeteneği önünde ancak başarıya, üne ve
paraya kavuştuğunda saygıyla eğilen burjuva sınıfının ikiyüzlü değerlerinden,
içi boş estetizminden, kofluğundan tiksinecektir genç adam. Ekmeğini kas
gücüyle kazandığı günlerdeki coşkulu ve tutkulu kişiliğini özlemektedir.
Yükselmek için verdiği onca mücadelenin sonunda ‘Amerikan Rüyası’nı
gerçekleştirmiş ama o rüyadaki cennetin aslında cehennemi andırdığını fark edebilmiştir.
Şöhret ve servet merdivenine tırmanırken içinden çıkıp geldiği kesimlerle de
bağlarını koparan Martin için bundan böyle ‘iş bitmiştir’…
Bireyci mi, sosyalist mi?
Jack London’ın
Martin Eden romanını kendi hayat hikâyesinden yola çıkarak yazdığı
söylenegelmiştir ki Martin Eden’in başından geçenleri London’un biyografisi ile
karşılaştıran her okuyucu bu sonuca kolaylıkla ulaşabilir. Ancak benzerlik sizi
yanıltmasın; London, zorluklarla dolu yaşamını edebiyata aktarırken ‘hayatım
roman’ basitliğe kapılmamış, roman gerçekliği ile dış gerçeklik arasındaki
sınır çizgisini çekmesini bilmiştir.
Martin Eden
genç bir adamın yükselmesiyle ilgili bir roman. Ün ve para söz konusu
yükselişin önemsiz bir boyutu aslında. Jack London’un esas meselesi Martin’in
aydınlanması. Kahramanın aydınlanma süreçleri üzerindense yaşadığı dönemin
siyasal ve toplumsal ilişkilerine radikal eleştiriler getiriyor. Edebiyat
çevrelerindeki iktidar yapılarının ve piyasa düzeninin hâkimiyetini öne çıkaran
hikâye, bugünün edebi üretim ve tüketim süreçlerine de işaret ediyor.
Ürünlerini yayınlatmakta güçlük çeken ya da yayınlanan ürünleri sessizlikle
kuşatılan genç yazarlar Martin Eden’in çilesine kolaylıkla eşlik edeceklerdir.
Roman boyunca burjuvalara saldırılmasına, zengin çevrelerinde sosyalist damgası
yemesine rağmen, Martin Eden bireycidir. Zaten bireyciliğidir onu roman sonunda
dünya üzerinde yapayalnız bırakan. Zaten Jack London da romanını
değerlendirirken kahramanıyla kendisi arasındaki mesafenin altını çizecektir; ‘Martin
Eden öldü, ben yaşıyorum, çünkü o bireyciydi ben sosyalistim!’ Elbette kişileri
söyledikleriyle değil somut varoluşlarıyla değerlendirmek gerekir: Jack London,
kapitalizmin emperyalizm aşamasında, emperyal yayılmanın ayak seslerinin top
tüfek sesleriyle karıştığı bir çağda yoksul kesimlerin yaşam koşullarının
ağırlığını bizzat deneyimlemiş ve gözlemlemiş bir yazardı. Gördükleri onu sosyalizme
yaklaştırdı. Tıpkı Martin Eden gibi, o da Marx’ı okumuş ve yine kahramanı gibi
Marx’ın anlattıklarını yeterince kavrayamamıştı. London’ı asıl etkileyen
Nietzsche’ydi; Marx’ın kuruluşçu öğretisini Nietzscheci bir perspektifle okuyan
London’un üstün insan mitine bağlanan bireyci yanı ağır basar. Güçlünün zayıfa
egemen olacağı düşüncesinden bir türlü sıyrılamamıştır. Sadece toplumsal
çatışmaları ele alırken değil, Vahşetin Çağrısı, Beyaz Diş gibi insan-doğa
mücadelesini işlediği romanlarında da üstün insan mitinin (hatta bir kurt
köpeğinin) etkisi açıktır. Ancak söz konusu üstünlüklerin ne kendisini ne
başkalarını kurtaramayacağı, sonu kahramanların ölümleriyle biten hikâyelerle
vurgulanmıştır. Bu çözümsüzlük Jack London’un trajedisini yansıtır. Kısacası,
çelişkili bir zihin yapısı, fırtınalarla dolu bir iç dünyası vardı London’un.
Başarmak hırsının ateşlediği bir üretkenlik, hiç sarsılmayan bir özgüven,
serüven dolu bir hayat… Bütün bu çelişki ve fırtınalar hikâye ve romanlarında
dolaysızca görülür. Kahramanlarında somutlanan insani dramları eylemi öne
çıkaran hızlı hikayelerle aktarırken insani davranışların ardındaki zihinsel ve
ruhsal süreçleri yakalamayı başarmıştır.
Jack London romanlarına çekiciliğini veren tam da budur işte. Kusursuz
bir anlatımı yoksa bile okuyucuyu hemen kavrayan anlatma şehveti, müthiş bir
gözlemciliği var.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder