Türkiye’de
neredeyse her gün yeni bir camii ibadete açılıyor…
Bu kadar sık camii inşa eden bir
ülkenin, hala da eski anıtsal camileri taklit etmesi, teknolojik ve mesleki
bunca gelişmeye ve değişmeye rağmen modern bir camii mimarisi oluşturamaması
bana çok acınası geliyor…
Yapılan camilerin neredeyse tümü ya
Süleymaniye’nin yahut Sultanahmet Camii’nin minyatür kopyaları… Arkalarında
Sinan gibi estetik / matematik deha bulunmadığı için de uyumsuz ve
uygunsuzdurlar…
Baktıkça bakma isteği yerine, insanda
kaçma isteği uyandırıyorlar!
Süleymaniye’ye bir de şu gözle bakar
mısınız lütfen? Zaten, şairin yüreğine (Yahya Kemal) ‘Süleymaniye’de Bir Bayram
Sabahı’ gibi muhteşem bir şiir ilham eden eserin, bizahiti kendisinin ‘şiir gibi’
olması gerekir…
Süleymaniye ‘şiir gibi’ bir camidir: Bu
muhteşem şiirin şairi ise Mimar Koca Sinan’dır.
Önce revaklardaki direkler arasında
somutlaşan matematiksel hesaplar karşılıyor insanı… Duvarlardaki girinti
çıkıntılarda emsalsiz bir tabloya dönüşmüş işlemelerin Batı resmine taş
çıkarttığını fark ettiğinizde, anlıyorsunuz ki, duvarları tablolarla süslemek
Batı’nın, duvarı tabloya dönüştürmek ise bizim estetik anlayışımızın ürünüdür.
Ecdat duvarları tabloya dönüştürürken,
zaman ve mekândan bağımsızlaştırmış, inancının gereği olan ‘ebediyet sırrı’ ile
bütünleyip sonsuza armağan etmiştir.
O tabloyu duvardan asla indiremezsiniz.
O tablonun yerini asla değiştiremezsiniz. Başka bir yere asla taşıyamazsınız…
Çünkü bulunduğu yer, olması gereken
yerdir ve ancak bulunduğu yerde muhteşemdir. Onlardan birini yerinden almak,
tüm mabedi hak ile yeksan etmek anlamını taşır. Eski camilerimiz böylesine bir
bütünsellik içerir: Mermeri sanatla, sanatı hayatla buluşturur.
Daha avluda şaşırıp büyülenmeye
başlarsınız.
O şaşkınlık ve hayranlık deminde kapıya
ve pencerelere bakın: Pencerelerle duvarların büyüleyici uyumunu, kündekârı
kapının kubbelere yükselişini, kudret eliyle serpiştirilmiş hissini veren ‘çil
çil kubbe’lerin yer yer minareleşip gözü hiç rahatsız etmeden sonsuzluğa
ulaşımını izlersiniz…
Sonra, Yahya Kemal’in şiirinin içine
girer gibi, camie girer, kürsünün mihrapla, mihrabın minberle, hem birbirinden
bu kadar farklı ve bağımsız hem de birbirine bu kadar yakın, böylesine iç içe
nasıl olabildiklerini düşünürsünüz…
Kubbelerdeki sadelikle duvarlardaki
renk cümbüşünün zıt gibi duran karakterlerinde Sinan’ın ruh halini çözmeye
çalışırsınız: İmkânsıza âşık (Hürrem’le Kanuni’nin sevgili kızları Mihrimah
Sultan’a) olan deha, burada da ‘imkansız’ı denemiş ve gerçek hayatta
yapamadığını yapıp ‘zıtların estetik uyumu’nu yakalamıştır!
Sevdiği kızın adı olan ‘Mihr-ü Mah’tır.
Mihr-ü Mah, Farsçada ‘Güneş ve Ay’ anlamına gelir; Sinan güneş ve ay kadar
muhteşem, ama yine de onlar kadar kendisine uzak aşkını zamanın sırrına sarıp
Süleymaniye’nin varlığında bir yandan abideleştirirken, bir yandan da
ebedileştirmiştir.
Süleymaniye’yi seyrederken, insan, hem
aşka saygı duyuyor, hem de aşkını mabede dönüştürüp mübarekleştiren Sinan’a…
O tarihte 50 yaşında olan Sinan (Mihrimah
Sultan ise henüz 17 yaşındadır ve evlendirilmek üzeredir), sevdiği kıza
kavuşamamıştır, ama o aşkın derin ve etkileyici ilhamıyla, insanı kendine âşık
eden nice mabed inşa etmiştir.
Her anıt eserin temelinde böyle bir aşk
saklı olsa gerektir.
Kimbilir belki de artık eski aşklar
kalmadığı için, etkileyici ‘anıt eserler’ inşa edilemiyor!
Aslında Sinan’ın aşkı herkesin aşkından
farklıdır. Aşkı ‘farklı’ olanın eserleri de ‘farklı’ olur. Nitekim her camide
farklı bir üslup denemiş, her denemesiyle ‘imkansız’a biraz daha yaklaşmıştır.
‘Ve minel aşk!’
Sinan’ın aşkı sonsuz olduğu kadar
sonuçsuz, imkânsız olduğu kadar ihtiyarsızdır. O kadar ihtiyarsızdır ki,
padişah adına olduğu için ister istemez ‘erkeksi’ bir hava verdiği Süleymaniye
Camii, içindeki duyguları yansıtmaya yetmemiş, 1548’de Üsküdar’da yaptığı
Mihrimah Sultan Camii’ne, mimarlık tarihinde ilk kez ‘kadınsı’ bir hava
vererek, Mihrimah Sultan’a benzetmiştir: Camiin siluetini etek giymiş bir
kadına (tabii o kadın Mihrimah Sultan’dır) benzetmiştir.
Buna rağmen Sinan’ın hala
söyleyecekleri vardır: Son sözünü yine Mihrimah Sultan adına Edirnekapı’da
yüksek bir tepenin üstüne diktiği camide söyler…
Cami için seçtiği yer, o zamanın
İstanbul’unda son derece ıssız bir tepedir. Sinan, camiin yalnızlığında,
yaşlandıkça büyüyen yalnızlığını anlatmak ister gibidir.
Cami kapsama alanı olarak küçüktür
(sadece 38 metre ).
Mihrimah Sultan’da öyle değil midir?
Cami küçüktür, ama Sultan’ın sade ve
asil güzelliğini yansıtacak kadar da estetiktir. Tek kubbesinin üzerindeki 161
pencere (o tarihe kadar bu açıklıkta ve bu kalınlıkta bir kubbeye 161 pencere
koymayı hiçbir mimar başaramamıştır) sevdiği kızın iç dünyasının aynasıdır:
Berrak, ferah, temiz ve aydınlık…
Günün her saatinde pencerelerden giren
huzmeler caminin ortasında buluşup sarmaş dolaş olurlar. Güneşin durumuna göre
yansıyan huzmelerin kıyamdan rükûa, rükûdan secdeye varışları enfes bir görüntü
oluşturur. Işık huzmelerinin namazı, aynı zamanda camie ‘kadınsı’ bir eda
katar.
Rivayete göre, cami içindeki
pandatiflerde ve minare kenarlarındaki uzun işlemelerde de Mihrimah Sultan’ın
ayak topuklarına kadar uzanan saçları tasvir edilmiştir.
Yine rivayete göre, saltanat ailesinden
gelmesi sebebiyle, Mihrimah Sultan Camii’ni çift minareli yapabilecekken, tek
minareli yapması, 17 yaşında Rüstem Paşa (meşhur Kehle-i İkbal Rüstem Paşa) ile
evlendirilen kızın yalnızlığını simgeler. Bu aynı zamanda mimarın da
yalnızlığıdır.
Aşk insana neler de ilham ediyor! Yine
de bu camiin en belirgin özelliği bulunduğu yerdir: Yeri itibariyle
emsalsizdir. Sinan’ın bu ıssız tepeyi büyük bir özenle seçtiği anlaşılmaktadır.
Bilirsiniz, her 21 Mart akşamı hem gece
ve gündüz eşitlenir (Padişah kızı ile aralarındaki eşitsizliği protesto olarak
da düşünülebilir), hem de güneş batmadan ay doğar.
Şimdi Sinan’ın 50’sinden sonra âşık
olduğu kızın isminin ‘Mihr-ü mah’ olduğunu ve bunun Farsçada ‘Güneş ve Ay’
anlamına geldiğini unutmadan hayal edin…
Edirnekapı’daki Mihrimah Sultan
Camii’nin tek minaresinin arkasından güneş batarken, Üsküdar’daki Mihrimah
Sultan Camii’nin iki minaresinin arasından ay doğuyor!..
Ya rabbi! Bu nasıl bir aşk, nasıl bir
matematik deha, nasıl bir estetik anlayış, sonsuzla nasıl bir buluşmadır?
Bir kez daha anlıyorsunuz ki, ancak
hayata sanat katabilen, estetik algısı yüksek milletler, orijinali
yakalayabilir ve sonsuza ulaşabilir.
Sanat ‘sonsuz’un ve ‘aşk’ın adıdır.
Yavuz Bahadıroğlu’nun Muhteşem Kanuni
Sultan Süleyman ve Hürrem Sultan adlı kitabından alıntıdır. (s:
271-272-273-274)
miribaaa. görüşürüz.
YanıtlaSilya baksana yazıların çok uzun. bir A4'ten fazla olmasa olur mu. uzun olunca blogçular, başını ve sonunu okur genelde. tam okumazlar. ben de yeni bilokçuyum ama biliyorum. az daha kısa yazabilir misin.
ama olsun yine de bloguma hoşgeldin. profilini sevdim. görüşmece.
:)
Teşekkür ederim. Ama bu alıntı. Normalde kitap postlarımı çok uzun yazmıyorum zaten. Böyle uzun yazı toplasan 5 tane falan vardır bu blogda.
YanıtlaSilpeki.
YanıtlaSil:)
alıntı olduğunu biliyorum zaten.
Kötü bir niyetle söylemedim. Sadece bölünebilecek bir parça değil.
YanıtlaSil:) biliyorum ki tamam.
YanıtlaSilYapılan camilerin mimarisinin betonarme şehirlerimizle uyumsuzluğu bir sorun, bu kadar sık cami inşa edilmesi de başka bir sorun...
YanıtlaSilEvet. Bence şık, ince ince dokunmuş olmaları lazım. Tıpkı eskileri gibi.
YanıtlaSilSık inşa edilmelerine bir şey diyemeyeceğim.