18 Ağustos 2011 Perşembe

Sanat, estetik, aşk ve hayat


Türkiye’de neredeyse her gün yeni bir camii ibadete açılıyor…
         Bu kadar sık camii inşa eden bir ülkenin, hala da eski anıtsal camileri taklit etmesi, teknolojik ve mesleki bunca gelişmeye ve değişmeye rağmen modern bir camii mimarisi oluşturamaması bana çok acınası geliyor…
         Yapılan camilerin neredeyse tümü ya Süleymaniye’nin yahut Sultanahmet Camii’nin minyatür kopyaları… Arkalarında Sinan gibi estetik / matematik deha bulunmadığı için de uyumsuz ve uygunsuzdurlar…
         Baktıkça bakma isteği yerine, insanda kaçma isteği uyandırıyorlar!
         Süleymaniye’ye bir de şu gözle bakar mısınız lütfen? Zaten, şairin yüreğine (Yahya Kemal) ‘Süleymaniye’de Bir Bayram Sabahı’ gibi muhteşem bir şiir ilham eden eserin, bizahiti kendisinin ‘şiir gibi’ olması gerekir…
         Süleymaniye ‘şiir gibi’ bir camidir: Bu muhteşem şiirin şairi ise Mimar Koca Sinan’dır.
         Önce revaklardaki direkler arasında somutlaşan matematiksel hesaplar karşılıyor insanı… Duvarlardaki girinti çıkıntılarda emsalsiz bir tabloya dönüşmüş işlemelerin Batı resmine taş çıkarttığını fark ettiğinizde, anlıyorsunuz ki, duvarları tablolarla süslemek Batı’nın, duvarı tabloya dönüştürmek ise bizim estetik anlayışımızın ürünüdür.
         Ecdat duvarları tabloya dönüştürürken, zaman ve mekândan bağımsızlaştırmış, inancının gereği olan ‘ebediyet sırrı’ ile bütünleyip sonsuza armağan etmiştir.
         O tabloyu duvardan asla indiremezsiniz. O tablonun yerini asla değiştiremezsiniz. Başka bir yere asla taşıyamazsınız…
         Çünkü bulunduğu yer, olması gereken yerdir ve ancak bulunduğu yerde muhteşemdir. Onlardan birini yerinden almak, tüm mabedi hak ile yeksan etmek anlamını taşır. Eski camilerimiz böylesine bir bütünsellik içerir: Mermeri sanatla, sanatı hayatla buluşturur.
         Daha avluda şaşırıp büyülenmeye başlarsınız.
         O şaşkınlık ve hayranlık deminde kapıya ve pencerelere bakın: Pencerelerle duvarların büyüleyici uyumunu, kündekârı kapının kubbelere yükselişini, kudret eliyle serpiştirilmiş hissini veren ‘çil çil kubbe’lerin yer yer minareleşip gözü hiç rahatsız etmeden sonsuzluğa ulaşımını izlersiniz…
         Sonra, Yahya Kemal’in şiirinin içine girer gibi, camie girer, kürsünün mihrapla, mihrabın minberle, hem birbirinden bu kadar farklı ve bağımsız hem de birbirine bu kadar yakın, böylesine iç içe nasıl olabildiklerini düşünürsünüz…
         Kubbelerdeki sadelikle duvarlardaki renk cümbüşünün zıt gibi duran karakterlerinde Sinan’ın ruh halini çözmeye çalışırsınız: İmkânsıza âşık (Hürrem’le Kanuni’nin sevgili kızları Mihrimah Sultan’a) olan deha, burada da ‘imkansız’ı denemiş ve gerçek hayatta yapamadığını yapıp ‘zıtların estetik uyumu’nu yakalamıştır!
         Sevdiği kızın adı olan ‘Mihr-ü Mah’tır. Mihr-ü Mah, Farsçada ‘Güneş ve Ay’ anlamına gelir; Sinan güneş ve ay kadar muhteşem, ama yine de onlar kadar kendisine uzak aşkını zamanın sırrına sarıp Süleymaniye’nin varlığında bir yandan abideleştirirken, bir yandan da ebedileştirmiştir.
         Süleymaniye’yi seyrederken, insan, hem aşka saygı duyuyor, hem de aşkını mabede dönüştürüp mübarekleştiren Sinan’a…
         O tarihte 50 yaşında olan Sinan (Mihrimah Sultan ise henüz 17 yaşındadır ve evlendirilmek üzeredir), sevdiği kıza kavuşamamıştır, ama o aşkın derin ve etkileyici ilhamıyla, insanı kendine âşık eden nice mabed inşa etmiştir.
         Her anıt eserin temelinde böyle bir aşk saklı olsa gerektir.
         Kimbilir belki de artık eski aşklar kalmadığı için, etkileyici ‘anıt eserler’ inşa edilemiyor!
         Aslında Sinan’ın aşkı herkesin aşkından farklıdır. Aşkı ‘farklı’ olanın eserleri de ‘farklı’ olur. Nitekim her camide farklı bir üslup denemiş, her denemesiyle ‘imkansız’a biraz daha yaklaşmıştır.
         ‘Ve minel aşk!’
         Sinan’ın aşkı sonsuz olduğu kadar sonuçsuz, imkânsız olduğu kadar ihtiyarsızdır. O kadar ihtiyarsızdır ki, padişah adına olduğu için ister istemez ‘erkeksi’ bir hava verdiği Süleymaniye Camii, içindeki duyguları yansıtmaya yetmemiş, 1548’de Üsküdar’da yaptığı Mihrimah Sultan Camii’ne, mimarlık tarihinde ilk kez ‘kadınsı’ bir hava vererek, Mihrimah Sultan’a benzetmiştir: Camiin siluetini etek giymiş bir kadına (tabii o kadın Mihrimah Sultan’dır) benzetmiştir.
         Buna rağmen Sinan’ın hala söyleyecekleri vardır: Son sözünü yine Mihrimah Sultan adına Edirnekapı’da yüksek bir tepenin üstüne diktiği camide söyler…
         Cami için seçtiği yer, o zamanın İstanbul’unda son derece ıssız bir tepedir. Sinan, camiin yalnızlığında, yaşlandıkça büyüyen yalnızlığını anlatmak ister gibidir.
         Cami kapsama alanı olarak küçüktür (sadece 38 metre). Mihrimah Sultan’da öyle değil midir?
         Cami küçüktür, ama Sultan’ın sade ve asil güzelliğini yansıtacak kadar da estetiktir. Tek kubbesinin üzerindeki 161 pencere (o tarihe kadar bu açıklıkta ve bu kalınlıkta bir kubbeye 161 pencere koymayı hiçbir mimar başaramamıştır) sevdiği kızın iç dünyasının aynasıdır: Berrak, ferah, temiz ve aydınlık…
         Günün her saatinde pencerelerden giren huzmeler caminin ortasında buluşup sarmaş dolaş olurlar. Güneşin durumuna göre yansıyan huzmelerin kıyamdan rükûa, rükûdan secdeye varışları enfes bir görüntü oluşturur. Işık huzmelerinin namazı, aynı zamanda camie ‘kadınsı’ bir eda katar.
         Rivayete göre, cami içindeki pandatiflerde ve minare kenarlarındaki uzun işlemelerde de Mihrimah Sultan’ın ayak topuklarına kadar uzanan saçları tasvir edilmiştir.
         Yine rivayete göre, saltanat ailesinden gelmesi sebebiyle, Mihrimah Sultan Camii’ni çift minareli yapabilecekken, tek minareli yapması, 17 yaşında Rüstem Paşa (meşhur Kehle-i İkbal Rüstem Paşa) ile evlendirilen kızın yalnızlığını simgeler. Bu aynı zamanda mimarın da yalnızlığıdır.
         Aşk insana neler de ilham ediyor! Yine de bu camiin en belirgin özelliği bulunduğu yerdir: Yeri itibariyle emsalsizdir. Sinan’ın bu ıssız tepeyi büyük bir özenle seçtiği anlaşılmaktadır.
         Bilirsiniz, her 21 Mart akşamı hem gece ve gündüz eşitlenir (Padişah kızı ile aralarındaki eşitsizliği protesto olarak da düşünülebilir), hem de güneş batmadan ay doğar.
         Şimdi Sinan’ın 50’sinden sonra âşık olduğu kızın isminin ‘Mihr-ü mah’ olduğunu ve bunun Farsçada ‘Güneş ve Ay’ anlamına geldiğini unutmadan hayal edin…
         Edirnekapı’daki Mihrimah Sultan Camii’nin tek minaresinin arkasından güneş batarken, Üsküdar’daki Mihrimah Sultan Camii’nin iki minaresinin arasından ay doğuyor!..
         Ya rabbi! Bu nasıl bir aşk, nasıl bir matematik deha, nasıl bir estetik anlayış, sonsuzla nasıl bir buluşmadır?
         Bir kez daha anlıyorsunuz ki, ancak hayata sanat katabilen, estetik algısı yüksek milletler, orijinali yakalayabilir ve sonsuza ulaşabilir.
         Sanat ‘sonsuz’un ve ‘aşk’ın adıdır.

         Yavuz Bahadıroğlu’nun Muhteşem Kanuni Sultan Süleyman ve Hürrem Sultan adlı kitabından alıntıdır. (s: 271-272-273-274)
         

7 yorum:

  1. miribaaa. görüşürüz.

    ya baksana yazıların çok uzun. bir A4'ten fazla olmasa olur mu. uzun olunca blogçular, başını ve sonunu okur genelde. tam okumazlar. ben de yeni bilokçuyum ama biliyorum. az daha kısa yazabilir misin.

    ama olsun yine de bloguma hoşgeldin. profilini sevdim. görüşmece.
    :)

    YanıtlaSil
  2. Teşekkür ederim. Ama bu alıntı. Normalde kitap postlarımı çok uzun yazmıyorum zaten. Böyle uzun yazı toplasan 5 tane falan vardır bu blogda.

    YanıtlaSil
  3. peki.
    :)
    alıntı olduğunu biliyorum zaten.

    YanıtlaSil
  4. Kötü bir niyetle söylemedim. Sadece bölünebilecek bir parça değil.

    YanıtlaSil
  5. Yapılan camilerin mimarisinin betonarme şehirlerimizle uyumsuzluğu bir sorun, bu kadar sık cami inşa edilmesi de başka bir sorun...

    YanıtlaSil
  6. Evet. Bence şık, ince ince dokunmuş olmaları lazım. Tıpkı eskileri gibi.
    Sık inşa edilmelerine bir şey diyemeyeceğim.

    YanıtlaSil