27 Ekim 2011 Perşembe

''Bay Kaylan'ın Bütün Eserleri''nden


V.

‘’Bir bozgunu yaşıyorum burada

Ve biliyorum
Her gün bir ötekini öldürmek için.
Zaman yüce bir kan gölü içinde öylesine devindiğimiz

Ve bir doktorun elleri denli suçlu ellerim
Onlar cebimde ölmeği özlüyorum geceleri

Çünkü gündüz ölünemez diye düşünüyorum
Alabildiğine yorucu ve gülünç olur bu
Yaşamak gibi.’

Enis Batur / Taşrada Ölüm Dirim Hazırlıkları adlı kitabından
Sayfa: 21

5 Eylül 2011 Pazartesi

Huzur


         Ahmet Hamdi Tanpınar

         Hayatım boyunca okuduğum en iyi kitaplardan biri. Tanpınar kitapta betimlemeleriyle resmen resim çiziyor. Sizin hayal etmenize hiç gerek kalmıyor. O boyayıp, allayıp pullayıp önünüze sürüyor, size de sadece izlemek düşüyor. Benim gibi betimleme çalışanların çok işine yarayacak bir kitap bu.

         Kitabın konusunu Mümtaz’ın Nuran’a olan aşkı oluşturuyor.
         Kısa bir özetini yapmak gerekirse öykünün merkezi Mümtaz ve Suat’ın Nuran’a olan aşklarıdır. Mümtaz ve Nuran birbirini sevmekte ve evlenmeyi düşünmekteler. Ümitsizliğe düşen Suat ise kendini asarak intihar eder. Bu trajedi nedeniyle Nuran’dan ayrılan Mümtaz’ın iç dünyası yıkılır. Radyoda II. Dünya savaşının başladığı haberi verildiği sırada, Suat’ın hayalini gören Mümtaz merdiven başına yıkılır. (Bazı edebiyat incelemecileri, sonda Mümtaz’ın öldüğü biçiminde yorumlar yapmış olsalar da, Tanpınar’ın metninde ölüm telaffuz edilmiyor.)
         Mümtaz, Beyazıt Sahaflar Çarşısında, salaş dükkânlarda, bitpazarında, Çekmece’de balıkçı muhitinde ve kır kahvelerinde dolaşırken, İstanbul’un bir kronikçisi, İstanbul’da eski zamanın donup kaldığı ve biriktiği köşelerin tasvircisi oluyor romanda. Huzur’un sonraki bölümlerinde Boğaz’a, zengin bir eve, sanki başka bir dünyaya geçiyor insan. Pırıl pırıl görünen modern semtte önceleri çok mutlu olan Mümtaz, giderek bu çevrede yaşayan insanlardan kaynaklanan olayların sonucunda yıkılır. Geçilmemesi gereken bir sınırı çiğnemiştir çünkü o!
         Her tecrübe şahsidir, her yeni tecrübe gibi ilktir. Mümtaz, bindiği bir Ada vapurunda Nuran’a rastlamış ve ‘tehlikeli denecek derecede zengin, her ihmale gebe, her manasında velud bir kadınlık hayatı(nın), bakımsız bir tarla gibi sırf kendisini işleyecek erkeğin yokluğundan yarı hülya, yarı verimsizliğin bütün sebeplerini kendisinde gören bir aşağılık duygusu içinde akıp gittiğini’’ fark etmiştir. Bu tespitin arkası kendiliğinden gelecek ve zalim bir çocukluğun ara sokaklarından geçerek kendisini İhsan’ın kollarına atan Mümtaz, fikri zeminini sağlamlaştırmış bir insan olarak duygusal arka planını inşa etmeye soyunacaktır: ‘O mademki artık benim için her şeydir, o halde bütün kâinatımla ona taşınmalıyım.’ der.

23 Ağustos 2011 Salı

Sarı şey*


Küçük İskender

Bu adamın kitaplarını ne kadar çok sevdiğimi daha önce söylemiş miydim? Söylemediysem şimdi söylüyorum işte. Yer altı edebiyatına ilgim var ve bu adam ne yazarsa yazsın –neredeyse- hepsini okudum, okuyorum. Güzel bir şiir kitabıydı yine de ilk kitaplarının yeri bende başkadır hep. Özellikle de Periler Ölürken Özür Diler adlı kitabının.
Bu da arka kapak yazısı:
Sararıp durdu gördüklerimiz; sonbahar sarıbahar oldu birdenbire. Çürüyen, yaşlanan ama bir turunçgil kadar da sulu ve iştah açıcı. Şey, eşyanın çoğuluydu. Sarı grinin siyahın çoğuluydu. Biz umudun muhalifiydik. Zanlılar itirafta bulunurken mahkemede tüm avukatlar, savcılar, yargıçlar bayılırdı.
Sadece bir figür kaldı aklımızda: Sarıya hücum eden lacivert. Ne kadar sarı varsa eğer lacivertler, maviler altında kaldı

Yabancı


Albert Camus

Çeviren: Necmettin Arıkan

Elimdeki Yabancı 1967 basımlı ve yukarıda gördüğünüz mavi ciltli bir Yabancı.
Konusu çok basittir. Öyküdeki her şey çok kısa bir zaman aralığında olup biter. Cezayir’de, bir rastlantı sonucu, bir Arap’ı öldüren orta sınıftan bir Fransız, Mersault, kendisini adım adım ölüme götüren süreci kayıtsız biçimde izler. Diğer kişilerin adı anılsa da, roman kahramanının adını bile öğrenemeyiz (burada Kafka etkisinden söz edilebilir). Camus’un yabancısının yabancılaşmasını kendi ağzından şöyle aktarabiliriz; ‘yani bu işin benim dışımda görülüyor gibi bir hali vardı. Her şey, ben karıştırılmaksızın olup bitiyordu, kaderim bana sorulmadan tayin olunuyordu (…). İyi düşününce söylenecek bir şeyim olmadığını anlamaktaydım. Kendi kendimi seyrediyormuş gibi bir hisse kapıldım.’ Kitapta, Mersault’un topluma, kendine, ölümü bile kabul edebilecek bir hayata, kısacası tüm varoluşa yabancılaşması yalın bir dille anlatılır.
Romanın Savunduğu Tez ve Ana Fikir
Kişi yaşadığı dünyaya ve eylemlerine yabancılaşmıştır. Bu ‘yabancı’laşmanın, Camus için Marksist bir yabancılaşma öğretisi ile bir ilişkisi olmadığını vurgulamak gerekiyor. Buradaki yabancılaşma Camus’un ünlü ‘absürd’ (saçma) felsefi kategorisinden çıkar. Yine kahramanına söylettiği ‘herkes bilir ki, hayat yaşamak zahmetine değmeyen bir şeydir, aslında 30 ya da 70 yaşında ölmenin önemli olmadığını bilmez değildim, çünkü her iki halde de gayet tabii olarak başka erkekler ve kadınlar yine yaşayacaklar ve bu binlerce yıl devam edecektir (…). İnsan madem ki ölecektir, bunun nasıl ve ne zaman olacağının önemi yoktur.’ Sözleri çağdaş nihilizmin ‘saçma’ kavramı altında irdelenmesidir.
Bu saçma (absürd) kavramı o dönem varoluşçularının birinci derecede önemli bir tezi. Daha sonra Sartre, Marksizm’le Varoluşçuluğu buluşturma çabasıyla ‘saçma’yı daha anlamlı bir biçimde, eylemsel zorunluluğun altını çizmek adına kullanmaya çalıştı. Ama Camus’nün saçması daima metafizik öğeler taşıdı ve nihilizmin yerine ahlaki bir eylemlilikten söz etti.
Özetle söylenmesi gerekirse, dünya boş ve manasız, her şey, insan, hayat, toplum saçmadır. Evrensel bir saçmalıktır bu. Bunu düşünmek çok yorucu, hayattan bezdiricidir. Yaşamın tekdüzeliği altında, makineleşmiş bir dünyada makineleşmiş insan ölümü bile rahatlıkla kabul eder. Hayat yaşamaya değmez. Yabancı’yı okurken, bütün olağan dışılığına rağmen öykünün doğallığı, kahramanın ölümü kabullenişindeki doğallık bizi rahatsız eder, dünyanın saçmalığı vurgusunu kuvvetlendirir. Mersault’un yaşama sıkıntısına paralel bir sıkıntı okuyucuda da uyanır. Bütün kişilerin yaşamları ve eylemleri de boş ve anlamsız gelir size.
Romancının kahramanı ile paylaştığı şey, bilhassa duyu organlarından aldığı zevktir. ‘Onun zihnini baştanbaşa işgal eden şey tabiat ile denizin oynaşmasıdır. İnsan oynaşmanın tadını Kuzey Afrika’da, plajlarda benzerlerinin yanık vücutları arasında çıkarır ve hiçbir şey yüzmenin cilvelerinden çıkan zevkin derecesinden daha iyisini veremez. Denize dalmak, tabiatla düğün dernek etmektir. Suya girme, soğuk ve donuk bir aldatıcılığın yükselişi duygusuna kapılmadır. Sonra kulakların uğultusu ile dalış, akan burun ve açıkağız-yüzme, suyun parlattığı kolların, güneşte yaldızlanması için denizden çıkışı ve bütün adalelerin bir bükülmesiyle düşüşü, vücudumun üzerinde suyun akışı, bacaklarımla bu su dalgacıklarını yakalayış…’ ifadelerinde olduğu gibi.
Wikipedia’dan alıntıdır.

Candy - İki Eroinmanın Aşk Hikayesi


         Luke Davies

         Duymuşsunuzdur mutlaka bu kitabı. Filmi de var sanırım ama ben izlemedim. Konusu şöyle: Candy ile Sdney bir yaz günü tanışırlar ve birbirlerine aşık olurlar. Sdney eroinmandır bu arada ve Candy de denemek ister. İlk başlarda her şey iyi gider. Bunda Candy’nin elindeki parasının da etkisi vardır tabii. Mutlu mesut yaşarlar bir süre. Ama paralar suyunu çekince dünya da gerçek yüzünü göstermeye başlar.
         Birbirlerine aşık bir çift ve eroin. Nasıl eriyip gittiklerini ve patlama noktasına geldiklerini anlatıyor bu kitap.

         ‘Candy yanı başımda, terden sırılsıklam bir haldeydi. Ağır ağır, uzun aralıklarla nefes alıp veriyordu. Ruhunun gidip geldiğini hissediyordum: Bırakmak istiyor, geri geliyor, bırakmak istiyor, geri geliyordu. Gün bittiğinde ihtiyacımız olana kavuşacaktık ama şimdilik sadece birbirimize sahiptik.’’

Hayat-i Muhteva


Eren Ali Gül
Hayat-i Muhteva, Gökkuşağı yayınları tarafından basılmış, mizanpajını ‘her sayfasında boşalan terini; demir işçiliğinde damıtan, kadrolu sürgünlüğün ‘eli bıçaklı derviş’i Fadıl Öztürk yapmış.
Eren Ali Gül kimdir?
6 Mayıs 86’sında, Konya Selçık’ta dünyaya gelmiştir. Aslen Tunceli Ovacıklı’dır. Esmer halkı içinde kumral ve uzunca boyuyla dikkat çektiği gibi, devlet kayıtlarında nerede ikamet ettiği de resmi olarak bilinmemektedir. Bu nedenle hayata kadrolu sürgündür.
Fenalıklar ülkesinin fena çocuklarına atfen, Temmuz 2010’da ‘Hayat-i Muhteva’ şiir kitabını çıkarmıştır.
Sürece, tali yollardan basiretsiz teklifler getiren omurgasızlara karşı büsbütüncesine savaşmaktadır(!).
‘Demokrasinin unsurlarını bırakmayan, onu metinsel ortaklaşmadan, birlikte kurgulamaktan’ yana tavır alan bir anlayışa sahiptir(!).
Hayat-i Muhteva bu birlikteliğin vazgeçilmez nesnelliğidir.

Ben kendisini Facebook aracılığıyla tanıdım. Kitaba nasıl ulaşabiliriz, diye sormuştum. Sağolsun imzalayıp yolladı bana. Severek okudum.

Bu da arka kapaktan:

Büyük laf ebeliklerine tutuyorum sizi. Üzgünüm. Atlıkarıncalı gezintilere götüremiyorum sizi. İşsizlik çağlarını aşamamış bir erilim(!).

Atlılar hücreleri kırıyordu on küsur yıllar evvel… Ne var ki atlıkarıncalılar çocuktular. Hücrelerini kıran Adalılar kadar, Ada’sına sahip çıkan anti’ler de çoğalacaktı bu vakitler… Kara ve kirli çocuklar ‘özgürlük ve dayanışma’ ülkesine koşarken, ayakları yalpalayıp düşenler de olmalıydı.
.
.
.

22 Ağustos 2011 Pazartesi

Çiçeklerin Tanrısı



Hamdi Koç

Hamdi Koç’un 2003 yılında kaleme aldığı bu kitap bir erkeğin iç dünyasına çağırıyor okuyucuyu. İlginç bir erkek bu. Psikolojik çıkmazları olan, hayata hayaller ile tutunan, yıllarca hayalinde yaşattığı kadın kapısına gelip ‘artık seninim’ dediği gecenin sabahında aslında kadının annesine âşık olduğunu anlayan ve en başından kaybedilmiş bir aşk için son olasılıkları yaşatmaya çalışan –Çünkü anne felç oluyor- ve bunu başaran bu adamın ilginç, olağanüstü aşk hikâyesini anlatıyor kitap. Ve aşkını çiçeklerle bağdaştırıyor tabii ki. Bence bunda işinin de büyük katkısı var.

‘Bir akşam elli kere geldiğin bir bara elli birinci kere geliyorsun, bakıyorsun içi doldurulmuş bir sosis dilimi hayatından daha lezzetli. Elli kere konuğu olduğun bir barmen, elli birinci konuklukta bakıyorsun sana karşı babandan da kardeşinden de daha anlayışlı, daha özenli bir adam. Yirmi yaşından otuz üç yaşına kadar on üç senen, insanın hayatının şekle girmek için tek uygun dönemi, bir kadını kovalamak ve oturup beklemekle geçiyor, sonra kadın gelince bakıyorsun sen aslında onunla yaşamayı değil annesiyle ölmeyi istiyorsun.’ S:116

21 Ağustos 2011 Pazar

Sağanak


         Sergei Krutilin

         Oldukça eski bir kitap bu. Ki arkasında fiyatı 15 Lira yazıyor. Zamanının best-sellerıymış. Best-seller kitaplara karşı bir önyargım vardır her zaman ama bu bir istisna olabilir. Ben bu kitabı ikinci el kitap satan bir dükkândan 1 liraya almıştım iki ya da üç yaz öncesi. Kolay okunur bir kitap.
         Kitapta bir kocanın, sağlığında hiç anlayamadığı karısının ölümünden sonra derin bir üzüntü içinde yaptığı özeleştiridir. Roman bir bakıma mantıkla davranışla duygusal davranışın, mekanik uğraşıyla, sanatsal uğraşının çelişkisini, bu çelişkinin insanlarda doğurduğu yabancılaşmayı dile getirmekte. İvan Antonoviç ve Lena’nın evlilik ilişkileri, günlükler, anılar biçiminde gelişen şiirsel bir dille, türlü kesitleriyle anlatılıyor.  

20 Ağustos 2011 Cumartesi

Düşler ve Katiller


Bir süre –Kuşadası’na gidinceye kadar- kitaplığımdaki, daha önceden okuduğum kitapların postlarını yayınlayacağım. Başlayalım bakalım.



Düşler ve Katiller


Melike Mukaddem

Melike Mukaddem okuma yazması olmayan Cezayirli göçmen bir ailenin kızı olarak Oran’da öğrenim gördükten sonra, Fransa’nın Montpellier kentinde doktor olmuş. Düşler ve Katiller, yazarın 4. romanı.
Kitabın konusu şöyle: Cezayir bağımsızlığına kavuştuğu sırada dünyaya gelen Kenza’nın babası, cinsel saplantıları olan zalim biridir. Başkaldırdığı için kızı elinden alınan ve çaresiz kalan annesi ise, çözümü Fransa’ya kaçmakta bulmuştur.
Genç kızlığında, önyargılı, kadınları küçümseyen ve Batı kültürüne düşmanlık besleyen bir toplumun yanı sıra, duygusal yaşamını yakından izleyen ve öğrenim bursuna göz diken babası ve erkek kardeşleriyle de uğraşmak zorunda kalan Kenza, üniversitede öğretim görevlisi olduktan sonra, kısa etek giyen ve peçe takmayan bütün kadınlar gibi tehdit edilir. Sevgilisi, ailesinin zoruyla cahil ama ‘saf’ bir kızla evlendirilince, annesinin izini bulmak için Montpellier’ye gitmeye karar verir. Ne var ki, Fransa bile Cezayir’e fazlasıyla yakındır.
İmgeli bir anlatımla kaleme alınmış olan bu güzel romanın bir diğer kahramanı, acımasız töreleri, tehlikeli gericiliği ve şiddet hareketleriyle bugünkü Cezayir’dir.

Zorlanmadan okunacak bir kitap. Okumanızı tavsiye ederim.

18 Ağustos 2011 Perşembe

Sanat, estetik, aşk ve hayat


Türkiye’de neredeyse her gün yeni bir camii ibadete açılıyor…
         Bu kadar sık camii inşa eden bir ülkenin, hala da eski anıtsal camileri taklit etmesi, teknolojik ve mesleki bunca gelişmeye ve değişmeye rağmen modern bir camii mimarisi oluşturamaması bana çok acınası geliyor…
         Yapılan camilerin neredeyse tümü ya Süleymaniye’nin yahut Sultanahmet Camii’nin minyatür kopyaları… Arkalarında Sinan gibi estetik / matematik deha bulunmadığı için de uyumsuz ve uygunsuzdurlar…
         Baktıkça bakma isteği yerine, insanda kaçma isteği uyandırıyorlar!
         Süleymaniye’ye bir de şu gözle bakar mısınız lütfen? Zaten, şairin yüreğine (Yahya Kemal) ‘Süleymaniye’de Bir Bayram Sabahı’ gibi muhteşem bir şiir ilham eden eserin, bizahiti kendisinin ‘şiir gibi’ olması gerekir…
         Süleymaniye ‘şiir gibi’ bir camidir: Bu muhteşem şiirin şairi ise Mimar Koca Sinan’dır.
         Önce revaklardaki direkler arasında somutlaşan matematiksel hesaplar karşılıyor insanı… Duvarlardaki girinti çıkıntılarda emsalsiz bir tabloya dönüşmüş işlemelerin Batı resmine taş çıkarttığını fark ettiğinizde, anlıyorsunuz ki, duvarları tablolarla süslemek Batı’nın, duvarı tabloya dönüştürmek ise bizim estetik anlayışımızın ürünüdür.
         Ecdat duvarları tabloya dönüştürürken, zaman ve mekândan bağımsızlaştırmış, inancının gereği olan ‘ebediyet sırrı’ ile bütünleyip sonsuza armağan etmiştir.
         O tabloyu duvardan asla indiremezsiniz. O tablonun yerini asla değiştiremezsiniz. Başka bir yere asla taşıyamazsınız…
         Çünkü bulunduğu yer, olması gereken yerdir ve ancak bulunduğu yerde muhteşemdir. Onlardan birini yerinden almak, tüm mabedi hak ile yeksan etmek anlamını taşır. Eski camilerimiz böylesine bir bütünsellik içerir: Mermeri sanatla, sanatı hayatla buluşturur.
         Daha avluda şaşırıp büyülenmeye başlarsınız.
         O şaşkınlık ve hayranlık deminde kapıya ve pencerelere bakın: Pencerelerle duvarların büyüleyici uyumunu, kündekârı kapının kubbelere yükselişini, kudret eliyle serpiştirilmiş hissini veren ‘çil çil kubbe’lerin yer yer minareleşip gözü hiç rahatsız etmeden sonsuzluğa ulaşımını izlersiniz…
         Sonra, Yahya Kemal’in şiirinin içine girer gibi, camie girer, kürsünün mihrapla, mihrabın minberle, hem birbirinden bu kadar farklı ve bağımsız hem de birbirine bu kadar yakın, böylesine iç içe nasıl olabildiklerini düşünürsünüz…
         Kubbelerdeki sadelikle duvarlardaki renk cümbüşünün zıt gibi duran karakterlerinde Sinan’ın ruh halini çözmeye çalışırsınız: İmkânsıza âşık (Hürrem’le Kanuni’nin sevgili kızları Mihrimah Sultan’a) olan deha, burada da ‘imkansız’ı denemiş ve gerçek hayatta yapamadığını yapıp ‘zıtların estetik uyumu’nu yakalamıştır!
         Sevdiği kızın adı olan ‘Mihr-ü Mah’tır. Mihr-ü Mah, Farsçada ‘Güneş ve Ay’ anlamına gelir; Sinan güneş ve ay kadar muhteşem, ama yine de onlar kadar kendisine uzak aşkını zamanın sırrına sarıp Süleymaniye’nin varlığında bir yandan abideleştirirken, bir yandan da ebedileştirmiştir.
         Süleymaniye’yi seyrederken, insan, hem aşka saygı duyuyor, hem de aşkını mabede dönüştürüp mübarekleştiren Sinan’a…
         O tarihte 50 yaşında olan Sinan (Mihrimah Sultan ise henüz 17 yaşındadır ve evlendirilmek üzeredir), sevdiği kıza kavuşamamıştır, ama o aşkın derin ve etkileyici ilhamıyla, insanı kendine âşık eden nice mabed inşa etmiştir.
         Her anıt eserin temelinde böyle bir aşk saklı olsa gerektir.
         Kimbilir belki de artık eski aşklar kalmadığı için, etkileyici ‘anıt eserler’ inşa edilemiyor!
         Aslında Sinan’ın aşkı herkesin aşkından farklıdır. Aşkı ‘farklı’ olanın eserleri de ‘farklı’ olur. Nitekim her camide farklı bir üslup denemiş, her denemesiyle ‘imkansız’a biraz daha yaklaşmıştır.
         ‘Ve minel aşk!’
         Sinan’ın aşkı sonsuz olduğu kadar sonuçsuz, imkânsız olduğu kadar ihtiyarsızdır. O kadar ihtiyarsızdır ki, padişah adına olduğu için ister istemez ‘erkeksi’ bir hava verdiği Süleymaniye Camii, içindeki duyguları yansıtmaya yetmemiş, 1548’de Üsküdar’da yaptığı Mihrimah Sultan Camii’ne, mimarlık tarihinde ilk kez ‘kadınsı’ bir hava vererek, Mihrimah Sultan’a benzetmiştir: Camiin siluetini etek giymiş bir kadına (tabii o kadın Mihrimah Sultan’dır) benzetmiştir.
         Buna rağmen Sinan’ın hala söyleyecekleri vardır: Son sözünü yine Mihrimah Sultan adına Edirnekapı’da yüksek bir tepenin üstüne diktiği camide söyler…
         Cami için seçtiği yer, o zamanın İstanbul’unda son derece ıssız bir tepedir. Sinan, camiin yalnızlığında, yaşlandıkça büyüyen yalnızlığını anlatmak ister gibidir.
         Cami kapsama alanı olarak küçüktür (sadece 38 metre). Mihrimah Sultan’da öyle değil midir?
         Cami küçüktür, ama Sultan’ın sade ve asil güzelliğini yansıtacak kadar da estetiktir. Tek kubbesinin üzerindeki 161 pencere (o tarihe kadar bu açıklıkta ve bu kalınlıkta bir kubbeye 161 pencere koymayı hiçbir mimar başaramamıştır) sevdiği kızın iç dünyasının aynasıdır: Berrak, ferah, temiz ve aydınlık…
         Günün her saatinde pencerelerden giren huzmeler caminin ortasında buluşup sarmaş dolaş olurlar. Güneşin durumuna göre yansıyan huzmelerin kıyamdan rükûa, rükûdan secdeye varışları enfes bir görüntü oluşturur. Işık huzmelerinin namazı, aynı zamanda camie ‘kadınsı’ bir eda katar.
         Rivayete göre, cami içindeki pandatiflerde ve minare kenarlarındaki uzun işlemelerde de Mihrimah Sultan’ın ayak topuklarına kadar uzanan saçları tasvir edilmiştir.
         Yine rivayete göre, saltanat ailesinden gelmesi sebebiyle, Mihrimah Sultan Camii’ni çift minareli yapabilecekken, tek minareli yapması, 17 yaşında Rüstem Paşa (meşhur Kehle-i İkbal Rüstem Paşa) ile evlendirilen kızın yalnızlığını simgeler. Bu aynı zamanda mimarın da yalnızlığıdır.
         Aşk insana neler de ilham ediyor! Yine de bu camiin en belirgin özelliği bulunduğu yerdir: Yeri itibariyle emsalsizdir. Sinan’ın bu ıssız tepeyi büyük bir özenle seçtiği anlaşılmaktadır.
         Bilirsiniz, her 21 Mart akşamı hem gece ve gündüz eşitlenir (Padişah kızı ile aralarındaki eşitsizliği protesto olarak da düşünülebilir), hem de güneş batmadan ay doğar.
         Şimdi Sinan’ın 50’sinden sonra âşık olduğu kızın isminin ‘Mihr-ü mah’ olduğunu ve bunun Farsçada ‘Güneş ve Ay’ anlamına geldiğini unutmadan hayal edin…
         Edirnekapı’daki Mihrimah Sultan Camii’nin tek minaresinin arkasından güneş batarken, Üsküdar’daki Mihrimah Sultan Camii’nin iki minaresinin arasından ay doğuyor!..
         Ya rabbi! Bu nasıl bir aşk, nasıl bir matematik deha, nasıl bir estetik anlayış, sonsuzla nasıl bir buluşmadır?
         Bir kez daha anlıyorsunuz ki, ancak hayata sanat katabilen, estetik algısı yüksek milletler, orijinali yakalayabilir ve sonsuza ulaşabilir.
         Sanat ‘sonsuz’un ve ‘aşk’ın adıdır.

         Yavuz Bahadıroğlu’nun Muhteşem Kanuni Sultan Süleyman ve Hürrem Sultan adlı kitabından alıntıdır. (s: 271-272-273-274)
         

16 Ağustos 2011 Salı

Âşık Paşazade’nin Tespitleri


Müverrih Âşık Paşazade’ye göre, Kayı Boyu’nun Anadolu’ya gelişinde dört temel unsur var…
1.     Gaziyan-ı Rum (Gaziler yani askerler, silahlı kuvvet);
2.     Ahiyan-ı Rum (Âhilik teşkilatı mensupları ve hukukçular);
3.     Abdalan-ı Rum (dervişler, Horasan Erenleri);
4.     Bacıyan-ı Rum  (kadın önderler= Bu teşkilatın, meşhur yürek adamlardan Ahi Evran’ın eşi tarafından kurulduğu yolunda rivayetler var). [Bak: Âşıkpaşazâde Tarihi, neşr. Ali Beğ. İstanbul 1332, s. 222].
Askerlerin görevi malum: Savaşmak, aşireti korumak, gerektiğinde de fetihler yapmak…
‘Ahiyan’ın görevi hem adaleti (Müslüman, Hıristiyan, Musevi ayrımı yapmadan) tüm hayata hâkim kılmak, hem de ticareti kontrol etmek…
‘Abdalan’ın işlevi dini anlatmak, toplumu dini açıdan eğitmek, bu çerçevede yürekleri diri tutmak…
Burada bence en dikkate değer ve hatta şaşırtıcı olan, ‘Bacıyan’ sınıfıdır…
Eski Anadolu kadınının, bugünkü ortamla karşılaştırıldığında, sosyal hayatın içinde çok daha aktif roller üstlendikleri rahatlıkla görülebilir…
Ama bu Avrupa kadınının tüm insani ve vicdani haklardan mahrum bulunduğu, adeta ‘eşya’ muamelesi gördüğü bir tarihte nasıl olabilirdi?
Yabancı tarihçiler (oryantalistler), Âşıkpaşazâde’nin ‘Bacıyan-ı Rum’ ((Anadolu sihirbazları veya ruhbanları), ya da belki ‘Hacıyan-ı Rum’ (Anadolu Hacıları) olabileceğini zannettiler (meşhur Alman müsteşrik Fr. Taeschner böyle kaydediyor). [Bak: Fr. Taeschner, ‘Futuvva’, Studien İslamica, V. 294 – 291].
Hâlbuki o tarihte Anadolu’da ne büyücü teşkilatı ne de örgütlenecek kadar kalabalık ‘hacı’ vardır…
Zaman içinde yapılan çalışmalar Âşıkpaşazâde’yi haklı çıkardı: ‘Bacıyan-ı Rum’, yani ‘Anadolu Bacıları’ isimli bir teşkilatın varlığı kesinlik kazandı.
Tarihçi Fuat Köprülü, Osmanlı Devleti’nin kuruluş aşamasında oluşturulan sosyal kurumları incelerken,  Âşıkpaşazâde’nin  ‘Bacıyan-ı Rum’ diye adlandırdığı zümre üzerinde durdu. Başka kaynaklara yöneldi. Sözün tam manasıyla iz sürdü. (Bak: Fuat Köprülü, Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu, Başnur Matbaası Ank. 1972, s. 160)
Teşkilatın varlığı böylece doğrulandı, ancak Köprülü mahiyeti hakkındaki bilgilere ulaşamadı.
Köprülü’den 60 sene sonra Mikail Bayram, aynı konuya eğildi. Kuruluşun oluşumu, mahiyeti, çalışmaları ve sosyal fonksiyonları hakkında çeşitli bilgiler verdi. (Bak: Fatma Bacı ve Bacıyan-ı Rum (Anadolu Bacıları Teşkilatı), Konya 1994).
Ortaya çıktı ki, ‘Bacıyan-ı Rum’ oluşumu içinde yer alan kadın önderler, ‘Bey Ana’, ‘Gazi Ana’, ‘Bacı Bey’ gibi rütbelerle toplumda aktif görev yapmakta, zaman zaman erkeklere dahi kumanda etmektedirler…
Kabul edelim ki, bu kadarını bugünkü Müslüman toplumların çoğunun tasavvur etmesi bile güçtür!
Çünkü Müslüman toplumların çoğunda kadın hala ‘ikinci sınıf’ bir varlıktır!
Bazılarında ise ‘varlık’tan bile sayılmamaktadır!
Acaba, kadını ikinci sınıf sayan Bizans’ı çok kısa süre içinde yerle bir edecek güce ulaşan Osmanlı’nın yükselişinde, kadını ‘birinci sınıf’ sayan Peygamberi anlayışının payı ne kadardır? (Alın size tarihimize ilişkin bir sosyolojik araştırma konusu daha)…
.
.
.
(Yavuz Bahadıroğlu – Muhteşem Kanuni Sultan Süleyman ve Hürrem Sultan adlı kitabından – s. 8-9-10)

13 Ağustos 2011 Cumartesi

Muhteşem Süleyman ve Hürrem Sultan


Yavuz Bahadıroğlu

-Neden ‘Kanuni’ ya da ‘Muhteşem’ dendi?
-Kanuni, Hürrem Sultan’a gerçekten aşık mıydı?
-Osmanlı’nın devlet yapısı eğlenceye mi hizmete mi dönüktü?
-Harem hayatı nasıldır?
-Harem nasıl bir kurumdur, işlevi padişahlara kadın bulmak mıdır?
-Hürrem Sultan, Kanuni Sultan Süleyman’ı ne kadar etkilemiştir?
-Şehzadelerin katledilmesinde Hürrem Sultan’ın rolü olmuş mudur?
-Sünnet medeniyeti ne demektir, Osmanlı bunun neresindedir?
- Osmanlı’nın devlet olma amacı nedir?
-Kanuni’nin kimliği ve kişiliği
-Kanuni’nin savaşları, vatana katkıları
-Kanuni’nin ebedi eserleri
-Oğullarını neden öldürttü?
-İstediği zaman padişah hareme girebilir miydi?
-Ak ve Kara Ağaların istediklerinde hareme girmeleri mümkün müydü?
-Hürrem Sultan, genelde tarihçilerimizin gösterdiği gibi ‘canavar ruhlu bir kadın’ mıydı, yoksa bir hayır sever miydi?
(Arka kapak)

Tarihçi ve yazar Yavuz Bahadıroğlu’nun yazdığı Muhteşem Kanuni Sultan Süleyman ve Hürrem Sultan; Kanuni, Hürrem ve Osmanlı’ya ilişkin çarpıtılan gerçekleri anlatıyor.

İlk 40 sayfasında Osmanlı’nın anlatıldığı kitapta, Kanuni’ye ilişkin olarak; doğumu, yetiştirilmesi, eğitimi, gençliği, padişah olması, saray hayatı, savaşlar, seferler, isyanlar, Hürrem Sultan’la tanışması, yüzyılın aşkı, Kanuni ile Hürrem Sultan arasında yazılan şiirlerden örnekler, şehzade katledilme olaylarına yer verilirken, ayrıca Osmanlı sarayı, harem/harem teşkilatı, cariyelik sistemi, kapitülasyonlar, seferler, Mimar Sinan’ın hayatı ve eserleri, Kanuni Kronolojisi ve Kanuni’den mektuplar da kitapta bulunan diğer konular arasında yer alıyor.



Not: Bir sonraki postta bu kitaptan bazı alıntılar yapacağım.


Martin Eden



Jack London

Jack London 33 yaşında Martin Eden’i yazdığında Vahşetin Çağrısı, Beyaz Diş ve Deniz Kurdu ile uluslar arası başarısını kanıtlamıştı. Fakat London ünlü olunca birden düş kırıklığına uğradı ve Güney Pasifik’te bir deniz yolculuğuna çıktı. İki yıllık zorlu yolculuğunda, yorgunluk ve bağırsak hastalıklarıyla mücadele ederken, içinde düş kırıklıklarına, ergenlik çağında yaptığı çete kavgalarını ve yazar olarak tanınmak için verdiği mücadeleyi anlattığı Martin Eden’i yazdı. Kitaptaki Ruth Morse adlı karakter Jack London’un ilk aşkı Mabel Applegarth’tır.
Jack London’un 1909 yılında yazdığı klasikleşmiş romanıdır. Bir gemi işçisinin yazar olma çabasının anlatıldığı romanda, tutkulu, âşık, kalıplaşmış düşüncelere karşı duran, sorgulayan, inanan ve idealleri uğruna, çıkarına olmasa da düşündüklerini cesurca ifade eden gemi işçisi Martin Eden anlatılır.

Radikal’de bu kitap ve yazar ile ilgisi şöyle bir yazısı var A. Ömer Türkeş’in:


Jack London mı, Martin Eden mi?

‘ Martin Eden’, genç bir adamın yükselişini anlatan bir roman. Ün ve para söz konusu yükselişin önemsiz bir boyutu aslında. Jack London’un esas meselesi Martin’in aydınlanması.

80’lere kadar Türkiye’de –özellikle solcu çevrelerde- çok okunan yazarların başında geliyordu Jack London. Şahsına ve kitaplarına gösterilen bu ilgide, onun, sosyalizme sempati duyan bir ABD vatandaşı olmasının etkisini inkar edemeyiz. Ne var ki, pek çoğu özensizce yapılan çeviriler, romanları hakkında bir fikir verse de, Jack London’un edebi yanını ortaya koymak açısından çok yetersizdiler. Romanları ‘gereksiz’ edebi teferruattan ‘arındırılmış’, hızlı ve hareketli hikâyeler haline getirilmişlerdi. Doğrusunu söylemek gerekirse para kazanmak için kaleme aldığı bu tarz romanları da vardı. Sonuçta, sanki gençlikte okunacak bir yazar muamelesi gördü London. Oysa, Vahşetin Çağrısı (1903), Demir Ökçe (1907) ve Martin Eden (1909) gibi önemli romanlara imza atmış bir yazar, kuşkusuz daha ciddi okumaları hak ediyordu.
London’ın Martin Eden’le başlayan yeni edisyonu Jack London’ı böyle bir değerlendirme yapabilmek için iyi bir fırsat veriyor…

Bir yaratıcının çektikleri

Hikaye ABD’de, 1800’lü yılların ikinci yarısında başlar. Kapitalizmin en çıplak ve vahşi sömürüsünün yoksul kitleleri ezip geçtiği bu yıllarda, genç bir adam zengin bir kızla karşılaşır. İlk görüşte aşk diyelim isterseniz buna; ama hislerden ziyade hırslara dayalı bir aşk… Genç adam, yani Martin Eden, eğitimsiz yoksul bir denizcidir. Ruth’sa zengin bir ailenin üniversite öğrencisi narin kızı. Ruth’un yaşadığı ev, dış görünüşü, bilgisi ve kültürü Martin’in dünyasının öylesine dışında ve öylesine parıltılıdır ki, Martin imgeleminde melekler katına çıkaracaktır Ruth’u. Belki de kızın maddi gücüne erişmesinin ilk elde imkânsızlığından, onun bilgi ve kültürüne sahip olmayı hedefler kahramanımız. Günlerini halk kütüphanesinde geçirmeye başlayan Martin, kitapların dünyasına açılır. Başlangıçta bir şey anlamasa bile, bıkmadan usanmadan okur; Marx okur, Nietzsche okur, en çok da edebiyat metinleri okur. Kafasına yazar olmayı koymuştur artık. Sadece edebiyat aşkından değil, yazarak zengin olabileceğine de inanmaktadır.
Bir yandan geçimini sağlamak için gemilerde çalışmayı sürdürürken, diğer yandan büyük bir sebatla hiç durmadan üretir; makaleler, hikâyeler ve şiirler yazar. Ancak ürünlerini gönderdiği gazete ve dergi editörlerinden gelen yanıtlar hiç yüreklendirici olmaz. Neyse ki aralarındaki sınıfsal farklara rağmen Ruth’la ilişkileri kopmamış, tersine kızda da Martin’e karşı gizli duygular uyanmaya başlamıştır. Ruth, Martin’i edebi heveslere boşverip para kazanmasını sağlayacak gazetecilik mesleğine yönlendirmeye çalışır. Martin’se gazeteciliğin yazarlık becerisini baltalayacağını düşünmektedir. Maddi manevi her türlü zorluğu göğüsleyerek kendi bildiği yoldan ilerleyecek ve sonunda edebi çevrelere kendisini kabul ettirecektir. İlk kitabı çok kısa zamanda büyük satış rakamlarına ulaştığında yayıncıların yeni kitap, makale ve hikâye taleplerini karşılayamaz hale gelir. Hatta, bir zamanlar burun kıvrılan şiirleri bile göklere çıkarılmış, büyük telif ücretleri ödenerek yayınlanmıştır. Şöhret ve parayla birlikte zengin çevrelerin ilgisini de kazanan Martin’in sevgilisiyle bir araya gelmelerinin önündeki engeller aşılmıştır…
İlk bakışta Yeşilçam ve Hollywood sinemalarının salon romantizmini hatırlatan, ‘Hani bir zamanlar hakir gördüğünüz yoksul ama onurlu bir genç vardı’ repliğiyle özetlenebilecek bir roman gibi görünüyor. Ne var ki Martin’in hikâyesi henüz bitmedi; daha önce değersiz buldukları yeteneği önünde ancak başarıya, üne ve paraya kavuştuğunda saygıyla eğilen burjuva sınıfının ikiyüzlü değerlerinden, içi boş estetizminden, kofluğundan tiksinecektir genç adam. Ekmeğini kas gücüyle kazandığı günlerdeki coşkulu ve tutkulu kişiliğini özlemektedir. Yükselmek için verdiği onca mücadelenin sonunda ‘Amerikan Rüyası’nı gerçekleştirmiş ama o rüyadaki cennetin aslında cehennemi andırdığını fark edebilmiştir. Şöhret ve servet merdivenine tırmanırken içinden çıkıp geldiği kesimlerle de bağlarını koparan Martin için bundan böyle ‘iş bitmiştir’…

Bireyci mi, sosyalist mi?

Jack London’ın Martin Eden romanını kendi hayat hikâyesinden yola çıkarak yazdığı söylenegelmiştir ki Martin Eden’in başından geçenleri London’un biyografisi ile karşılaştıran her okuyucu bu sonuca kolaylıkla ulaşabilir. Ancak benzerlik sizi yanıltmasın; London, zorluklarla dolu yaşamını edebiyata aktarırken ‘hayatım roman’ basitliğe kapılmamış, roman gerçekliği ile dış gerçeklik arasındaki sınır çizgisini çekmesini bilmiştir.
Martin Eden genç bir adamın yükselmesiyle ilgili bir roman. Ün ve para söz konusu yükselişin önemsiz bir boyutu aslında. Jack London’un esas meselesi Martin’in aydınlanması. Kahramanın aydınlanma süreçleri üzerindense yaşadığı dönemin siyasal ve toplumsal ilişkilerine radikal eleştiriler getiriyor. Edebiyat çevrelerindeki iktidar yapılarının ve piyasa düzeninin hâkimiyetini öne çıkaran hikâye, bugünün edebi üretim ve tüketim süreçlerine de işaret ediyor. Ürünlerini yayınlatmakta güçlük çeken ya da yayınlanan ürünleri sessizlikle kuşatılan genç yazarlar Martin Eden’in çilesine kolaylıkla eşlik edeceklerdir. Roman boyunca burjuvalara saldırılmasına, zengin çevrelerinde sosyalist damgası yemesine rağmen, Martin Eden bireycidir. Zaten bireyciliğidir onu roman sonunda dünya üzerinde yapayalnız bırakan. Zaten Jack London da romanını değerlendirirken kahramanıyla kendisi arasındaki mesafenin altını çizecektir; ‘Martin Eden öldü, ben yaşıyorum, çünkü o bireyciydi ben sosyalistim!’ Elbette kişileri söyledikleriyle değil somut varoluşlarıyla değerlendirmek gerekir: Jack London, kapitalizmin emperyalizm aşamasında, emperyal yayılmanın ayak seslerinin top tüfek sesleriyle karıştığı bir çağda yoksul kesimlerin yaşam koşullarının ağırlığını bizzat deneyimlemiş ve gözlemlemiş bir yazardı. Gördükleri onu sosyalizme yaklaştırdı. Tıpkı Martin Eden gibi, o da Marx’ı okumuş ve yine kahramanı gibi Marx’ın anlattıklarını yeterince kavrayamamıştı. London’ı asıl etkileyen Nietzsche’ydi; Marx’ın kuruluşçu öğretisini Nietzscheci bir perspektifle okuyan London’un üstün insan mitine bağlanan bireyci yanı ağır basar. Güçlünün zayıfa egemen olacağı düşüncesinden bir türlü sıyrılamamıştır. Sadece toplumsal çatışmaları ele alırken değil, Vahşetin Çağrısı, Beyaz Diş gibi insan-doğa mücadelesini işlediği romanlarında da üstün insan mitinin (hatta bir kurt köpeğinin) etkisi açıktır. Ancak söz konusu üstünlüklerin ne kendisini ne başkalarını kurtaramayacağı, sonu kahramanların ölümleriyle biten hikâyelerle vurgulanmıştır. Bu çözümsüzlük Jack London’un trajedisini yansıtır. Kısacası, çelişkili bir zihin yapısı, fırtınalarla dolu bir iç dünyası vardı London’un. Başarmak hırsının ateşlediği bir üretkenlik, hiç sarsılmayan bir özgüven, serüven dolu bir hayat… Bütün bu çelişki ve fırtınalar hikâye ve romanlarında dolaysızca görülür. Kahramanlarında somutlanan insani dramları eylemi öne çıkaran hızlı hikayelerle aktarırken insani davranışların ardındaki zihinsel ve ruhsal süreçleri yakalamayı başarmıştır.  Jack London romanlarına çekiciliğini veren tam da budur işte. Kusursuz bir anlatımı yoksa bile okuyucuyu hemen kavrayan anlatma şehveti, müthiş bir gözlemciliği var.


10 Ağustos 2011 Çarşamba

Tin ve Ten



Aziz Yavuzdoğan

Siyah Beyaz Kitabevi 

“Seviştikçe hayatşa, ölüm dedikodu üretir...”

Grafik sanatçısı, karikatürist ve bir edebiyatsever olan Aziz Yavuzdoğan’dan şiir izleri.

toprağın ıslak kokusu dökülsün
o kutsal kasenden..
.. tam da oraya gömülmeliyim diri diri!
ve söyle Tanrı’na;
ölümü doğursun Meryem..
.. benden sonra… (a.y.)

Tinden tene doğru kayan bir eksen çerçevesinde oluşturulmuş bir kitap bu. Okudum hepsini bir çırpıda. Ama öyle bir defada okunup da rafa kaldırılacak bir kitap değil bu yine de. Durup düşünmek gerek bazen. Tekrar tekrar dönüp yeniden ve yeniden, bıkmadan usanmadan okumak gerek. Çünkü altında bambaşka anlamlar, dünyalar gizli.

Şöyle der üstad:
Nokta-i amaya yol alıp, sırr-ı mihman eyledik,
Kenz-i mahfi aşikardı, beyhude üryan eyledik!
(a.y.)


Aziz Yavuzdoğan’ın yazdığı diğer yazılara ulaşmak isterseniz:güpegünlük
Kişisel sitesine ulaşmak isterseniz: azizyavuzdoğan

4 Ağustos 2011 Perşembe

Kafka’nın Çorbası


Yazar:Mark Crick

Arka Kapak


Edebiyatın devleri mutfağa girerse…Büyük yazarların kitaplarını belki okudunuz, ama Kafka'dan K. usulü çorba, Austen'dan tarhunlu yumurta, Irvine Welsh'ten bol çikolatalı kek, Marcel Proust'tan tiramisu, Jorge Luis Borges'ten dilbalığı yemeyi hayal ettiniz mi hiç? Homeros'tan Virginia Woolf'a, Marquis de Sade'dan Graham Green'e, edebiyat tarihinin en büyük yazarları birer aşçı olsaydı ne pişirirdi, hiç merak ettiniz mi? Dünyaca ünlü yazarların masalarının başından kalkıp kollarını sıvayarak mutfağa girdiği bu küçük kitapta, usta kalemlerin benzersiz tarzlarıyla yazılmış, eşsiz yaratıcılıklarıyla bezenmiş, tatlısından çorbasına, kahvaltısından akşam yemeğine tam on dört yemek tarifi bulacaksınız. Mark Crick belli ki hem yemek hem de taklit konusunda çok yetenekli.Tadına da, tarzına da doyamayacaksınız…

Bu kitabı şu
 siteden kazandım. Her gün bir kitap diye bir kampanyası vardı ve en çok ileti gönderene o gün için belirledikleri bir kitabı hediye ediyorlardı. Aslında Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ını kazanmıştım. Ama bu kitap hem bende var hem de daha önceden okudum. O yüzden admin bana bir güzellik yaptı. ;) İyi de yapı hani. Çok beğendim bu kitabı. Çok güzel, çok eğlenceli bir kitap. Okumanızı tavsiye ederim.
İçindeki yazarlar ve tarifleri:
Raymond Chandler usulü Dereotlu Kuzu
Jane Austen usulü Tarhunlu Yumurta
Franz Kafka usulü Çabuk Miso Çorbası
Irvine Welsh usulü Yoğun Çikolatalı Kek
Marcel Proust usulü Tiramisu
Gabriel Garcia Marquez usulü Coq au Vin
John Steinbeck usulü Mantarlı Risotto
Marquis de Sade usulü İçi Doldurulmuş Kemiksiz Piliç
Virginia Woolf usulü Clafoutis Granmere
Homeros usulü Fenkata
Graham Grene usulü Vietnam Tavuğu
Jorge Luis Borges usulü Dieppe Dilbalığı
Harold Pinter usulü Kızarmış Ekmek Üstü Peynir
         Geoffrey Chaucer usulü Soğanlı Tart





19 Temmuz 2011 Salı

.


“insanlar yorgun,
hayat tarafından cezalandırılmış,
ya sevgiyle ya da sevgisizlikle
sakatlanmış.”
Charles Bukowski

Dualar Kalıcıdır



Tuna Kiremitçi
          Doğan Kitap 

Ölümü bekleyen Rosella Galante ile genç Pelin'in hayatları ''lüzumundan fazla medeni'' bir Orta Avrupa kentinde kesişir. Gönül yaraları ve geçmişteki acıların yanı sıra iki kadını bağlayan çok önemli bir şey daha vardır...


Ben bu kitapta en çok Rosella’yı ve anlatım tarzını sevdim. Pelin’den ise o kadar hoşlandığımı söyleyemem. Tuna Kiremitçi iki farklı kuşağı buluşturmaya çalışmış aslında ama kızın konuşmaları gerçekten itici bence.
Okunabilir yine de. Sıcak yaz günleri için fena bir tercih sayılmaz.

9 Temmuz 2011 Cumartesi

Anais Nin


Şöyle diyor Anais Nin yazmak konusunda:
“Bir de, hayata dair farkındalığımızı artırmak için yazarız. Benzerlerimizi baştan çıkarmak, büyülemek ve teselli etmek için… Aşıklarımıza serenat yapmak için… Tüm deneyimlerimizi ikişer kere; hem anı yaşarken, hem sonradan hatırlarken tatmak için… Proust gibi hayatın sonsuz bir döngü olduğunu göstermek ve kendimizi bu sonsuzluğa ikna etmek için… Hayatı aşkın kılmak, onun ötesine erişmek için… Başkalarıyla iletişim kurmayı, konuşmayı öğrenmek için, labirentin kalbine yolculuğumuzun kaydını tutmak için… Boğulur gibi olduğumuzda, elimizin kolumuzun bağlandığını hissettiğimizde, yalnızlıktan delirirken yazarız. Yazmadığımda dünyam küçülmeye başlar, bir hücreye kapatılmışım gibi gelir bana. Ateşimi ve rengimi yitiririm. Deniz için dalgalarının kabarması neyse, benim için de yazmak odur ve ben buna nefes almak derim.”
“Niçin yazıyorsunuz?” sorusu bana çok soruldu, yine de cevabı henüz tam bilmiyorum. Bu soruyu kendime de sık sık sorarım. Galiba insan en çok yaşamak isteyebileceği bir dünya yaratmak için yazar. Bugüne dek bana sunulan hiçbir dünyayı yaşanabilir bulmadım; annemle babamın dünyasını, savaşanların dünyasını, politikacıların dünyasını, hiçbirini… Sonunda kendime ait bir dünya yarattım. Hükmedebileceğim toprakları, kendimi defalarca yok edip yeniden yaratabileceğim bir iklimi olan, atmosferinde nefes alabileceğim bir dünya…”

24 Haziran 2011 Cuma

Bir Genç Kızın Uyuşturucu Günlüğü


Bir Genç Kızın Uyuşturucu Günlüğü

Çeviren: Selim Yeniçeri
Koridor Yayınları



Ergenlik çağındaki bütün gençlerin ebeveynlerinin okuması gereken bir kitap.' 
          Boston Globe 




' Sıra dışı bir çalışma... Korkutucu gerçekleri gösteren bir belgesel.' 
New York Times Book Review 




Alice herhangi biri olabilir... 
Tanıdığınız biri olabilir... 
Alice uyuşturucu kullanıyor... 
On beş yaşında, beyaz, orta sınıf bir ailenin kızı olan Alice, son derece sıradan ve iyi bir kız. Dersleri iyi. Bir gün evlenip bir aile kurmayı hayal ediyor. Ama fark etmeden hayatına giren uyuşturucu Alice için dünyayı önce daha yaşanılır, daha dayanılır bir yer haline getirirken, genç kız çok geçmeden hiç peşini bırakmayacak bir belaya bulaştığını anlıyor. Alice'in hayatı bir daha asla aynı olmayacak. 
Anne ve babası değişiklikleri fark ediyor ama neler olup bittiğini anlamıyorlar. Ona yardım edemiyorlar. Alice'in üzücü bağımlılık macerası yönlendirilmeye açık duygularını anlamalarında yetişkinlere yardımcı olacak. 

(Arka Kapak) 


Yazarına anonim demiş bu kitap. Dün bir arkadaşımdan aldım. Nedir, ne değildir, belirtileri nelermiş diye bu tip kitapları okumayı severim. Bu yüzden aldım arkadaşımdan da zaten.
Kitabın dili basit. Ben çok inanmadım gerçek bir hikaye olduğuna ama öyle diyor kitabın sonunda. Bilemiyorum, araştırmadım.
Kitabın sonunda Alice günlük tutmayı bırakıyor ve sonraki sayfada da bir not var. Kızın günlük tutmayı bırakmasından üç hafta sonra bir gece kız evinde ölü bulunuyor ama bunun sebebinin kasti mi olduğu yoksa aşırı dozdan mı kaynaklandığı bilinmiyor. Bence bir şeylerin gösterilmesiydi madem amaç neden öldüğü de açıklanmalıydı ya da o üç hafta içinde neler oldu da kız yeniden uyuşturucuya başladı (Çünkü en son temizdi) ve öldü. Bunlar aydınlatılmalıydı. ‘Eee niye bitti ki şimdi bu?!’ diye kalakalmamalıydı yani insan.


2 Haziran 2011 Perşembe

Mavi Defter


James A. Levine

"İnsan ruhunun nelere dayanabileceğini gösteren bu dokunaklı hikaye, yüreğinizi dağlayacak."

-Uçurtma Avcısı'nın yazarı, Khaled Hosseini-
"Mavi Defter'i okuyunca yüreğimin cız ettiğini ve gözlerimin açıldığını hissettim. Levine'nin hayali kahramanı Batuk, masumiyeti elinden alınan ancak ruhu ele geçirilemeyen, ardında bıraktığı günlüklerle insanlığa büyük bir ders veren Anne Frank'la omuz omuza yürüyor."
-Wally Lamb-
Yaşadığı gerçekliği aşmak için yazıyı ve hayal gücünü kullanan gem. bir kızın hafızalardan kolay silinmeyen hayret verici çırpınış öyküsü...
Onunki muhteşem bir hayal gücüyle çocukluk acılarından kurtulma mücadelesiydi. Mavi Defter Hindistan'ın kırsal bölgelerinden birinde, dokuz yaşındayken babası tarafından seks kölesi olarak satılmış, yaşıtlarına göre son derece olgun on beş yaşındaki Batuk'un hayata tutunma çabasını anlatıyor. Batuk fuhuş caddesinde acılarla dolu yaşamını sürerken bir kalem bulmayı başarır ve düşüncelerini kendine özgü tarzıyla bir günlüğe aktarmaya başlar. Ve asla göz ardı edemeyeceğimiz küresel bir sorunu ancak birkaç yazarın kalemini oynatmaya cesaret edebileceği biçimde anlatan Mavi Defter gibi bir eser çıkar ortaya. 

(Arka Kapak)


Okurken ağlamaktan içim şişti. Yurtta okuma cesaretini gösterebilen tek kişiyim. Arkadaşlarım ilk yirmi sayfadan sonrasına dayanamadılar. Çok üzücü, çok kötü.


S*ktir Et


John C. Parkin


Siktir Et Hayatta Hiçbir Şey Senden Önemli Değil

Siktir Et demek sizi iyi hissettirir. Mücadeleden vazgeçmek, ne hoşunuza gidiyorsa onu yapmak, çevrenizdekilerin sizin hakkınızda düşündüklerini umursamamak ve kendi yolunuzdan gitmek harika bir duygudur.

John C. Parkin’in bu komik ve ilham verici kitabı, Siktir Et demenin; Doğunun boş verme, vazgeçme ve bir şeylerin o kadar da önemli olmadığını fark ederek gerçek özgürlüğü bulma gibi ruhani fikirlerinin kusursuz bir Batı ifadesidir.

Siktir Et; şarkı okumak, meditasyon yapmak, sandalet giymek ya da tütün yemek gibi eylemler gerektirmeyen ruhani bir yoldur. Modern zamanın küfürlü söylenişiyle, Siktir Et, Batılıları şöyle bir sarsıp kendilerine getirecek, anlam dolu hayatlarımıza egemen olan stresi ve gerginliği ortadan kaldıracaktır.

Bu yüzden, bütün sorunlarınıza ve meselelerinize S*ktir Et demenin bir yolunu bulun. Hayatınızda yapmanız “gerekenlere” S*ktir Et deyin ve sonunda başkaları ne düşünürse düşünsün, neyi yapmak istiyorsanız onu yapın.

(Arka Kapak)

 

Arkadaşımın doğum günü hediyesi bu kitap. Yarın olsa da doğum günüm. ;) Okulum erken bittiği için erken aldım bazı hediyelerimi. Yurttaki oda arkadaşlarım sağolsunlar. ;)

Ben klasik kişisel gelişim kitaplarının bahsettiğinden farklı bir şey göremedim içerikte. Her ne kadar girişi güzel olsa da o da sıradanlıktan kurtulamamış bir kişisel gelişim kitabı.