31 Mayıs 2018 Perşembe

Kutsal Sahtekar


         


         Kutsal Sahtekar
         J. R. Lankford
         Çeviren: Engin Süren
         Maya Kitap

         Efsane, New Yorklu zengin bilim adamı Felix Rossi’nin Hz. İsa’nın kefeninden çaldığı DNA ile insan klonlamaya çalışmasıyla başladı. Doğum sırasında öldüğü sanılan çocuk ve annesi Maggie ise İtalya’da gözlerden uzak bir hayat sürmekteydi. Bu sırada çocuğun ölmesini isteyen Theomund Brown adındaki son derece güçlü bir iş adamı onları adım adım takip ediyordu.
         Kutsal Sahtekar’da Maggie’nin başka bir klona hamile olduğı dedikodusuyla işler iyice çığırından çıkıyor! Büyüleyici bir kadın olan Coral Anders ile ölümcül bir rekabete giren Maggie, kendisine ihanet etmiş Sam Duffy’yi hala seviyor. Aöaacaba Brown’un imparatorluğunun kontrolünü elinde tutan ve insan kaçakçılığı işine de bulaşmış Luis Moctezuma’nın ördüğü tehlikeli ağın farkındalar mı?
         New York’un karmaşasından Mexico City’nin lüks evleri ve yoksulluğuna; Vatikan’dan Guadalupe Bakiresi’nin sunaklarına ve ilahi genler taşıma ihtimali olan ikinci bir bebeğe kadar, JR. Lankford’un klonlama hikayesi sizi heyecanla saracak.
         (Arka kapaktan...)

         Bir gün Üçkuyular İskele’de Japonca kursuna gitmek için vapur bekliyorum bir grup kadın ellerinde kitaplarla içeri girdi. Sonra kamerela, fotoğraf makinalarıyla birileri daha geldi. Vapur geldikten sonra da tam vapura binerken bana da bir kitap verdiler. Ben de aldım. Meğer Balçova Belediyesi, Kütüphaneler Haftası için fotoğraflar çekecekmiş, onun için toplanmışlar.
         Kitabın arkasını okuyunca çok ilgimi çekti. Okumaya başlayınca da sanki konunun ortasından başlamışım gibi hissettim ve başlarda hiçbir şey anlamadım tabii ki. Meğer bu kitap bir serinin üçüncü kitabıymış. İlk kitapta bir bilim adamı Torina Kefeni’nden çaldığı bir DNA örneğinden bir çocuk klonluyor. İkinci kitapta ise bu klon çocuk Maggie’nin rahmine yerleştiriliyor.
         Son yani benim okuduğum kitapta ise klon çocuğun öldüğünden ve Maggie’nin yeniden hamile oluşundan bahsediliyor. Yani bu çocuğunda kutsal olabileceği ihtimali var.
         Açıkçası başlarda olayı anlamadığım için çok sıkılmıştım ama sonra kitabın arkasında ilk iki kitap ile ilgili bilgileri okuyunca herşey oturdu kafamda. Sonra akıcı bir hale geldi kitap şükürler olsun ki.
         İşin özü seri okumayı pek sevmiyorum.

Günbatımının Kıyısında


         


         Günbatımının Kıyısında
         Tansu Demirci
         Yitik Ülke Yayınları
        
         “İnsanları gözlerine baktığınızda anlayabilirsiniz ancak. Benim gözlerimde yarım kalmış bir aşkın gölgesi var ve gölgeler her zaman biraz serindir. Biliyorum sizler parlaklığı ve scaklığı seversiniz hayatınızda, gözlerime bakmaktan hoşlanmazsınız. Sorun değil, beni sadece dinleseniz de olur. Sizinle alçak sesle konuşacağım, gürültü etmekten bıktım usandım. Çocukken arkadaşlarıma bağırırdım, yeniyetmeliğimde babama bağırıp durdum ve aşık olduktan sonra da Ahmet’e. Artık küçük harfleri tercih ediyorum. Ünlemler yerine daha çok üç noktalar var cümlelerimin sonunda. Değiştiğimi canım babacağım da görebilseydi keşke...”
         Günbatımının kıyısında oturmuş, kendilerini özlemle andıkları günlere götürecek gemileri bekleyen insanlara dair bir roman...
         Tansu Demirci’nin ilk eseri “Günbatımının Kıyısında”, benzer acıları çekmiş gerçek dostların dünyasından kesitler sunan hüzünlü bir anlatı...
         (Arka kapaktan...)

         Okumaya ilk başladığımda birkaç bölümden sonra hızlı hızlı akacak sanmıştım kitabı. Ama sonra tam olarak anlayınca gördüm ki yavaş yavaş anlatan akıcı bir kitap bu.
         Yolları bir şekilde kesişen insanların hayat hikayalerini, sevinçlerini, üzüntülerini anlatıyor kitap. Naif bir okuma oldu benim için. Zevk aldım.

Işığın Gölgesi


         


         Işığın Gölgesi
         Erhan Bener
         Remzi Kitabevi
        
         Cemil Eren, tuvallerine imzasını atmasa da, yapıtlarına damgasını vurmuş olan o üstün yetenekli sanatçılardan biridir. Bir tablosuna bakar bakmaz, “Bu bir Cemil Eren tablosudur.” denir. Bunun için bir eksper, bir sanat eleştirmeni olmak gerekmez. O, beyazın, ışığın, solgun düşlerin, ince değişimlerle sürüp giden çeşitlemelerin ressamıdır. Sevecen, hiç kimseye kapısını kapatmayan, sağlam ve geniş dostluk çemberleri yaratmasını bilen, yarattığı her şeye cömert ruhundan can katan, bütün insanlara sevgiyle yaklaşan yüreğine karşın, iç dünyasında hep yalnız yaşamış olan bu insan, dışarı açılan gerçek iç kapılarını tuvallerine yansıtmıştır. Resimleri gibi, gerçekte ancak iyice aşinası olduğunuz zaman keyfine varabilirsiniz onun.
         Peki ama, Merzifon’un kenar mahallelerinden birinde, kalabalık ve yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen bu insanın yaratıcı kimliği, hangi yaşam serüveninin sonucu olarak, hangi evrelerden geçerek, ne gibi iç ve dış etkilerle yoğrularak bugün yapıtları hayranlıkla izlenen bir üstün sanatçı olgunluğuna ulaşabilmiştir?
         Bu sorulara belki ancak siz bir yanıt verebilirsiniz. Benim aradığım yanıtsa, onun bir serüven romanı kadar hareketli, merak uyandıran, değişken, zaman zaman da ruhsal çözümlemeler gerektiren yaşamöyküsünde gizlidir.
         (Arka kapaktan...)

         Bu kitap uzun zamandır kitaplığımda okunmayı bekliyordu ve nedense felsefik ya da dini bir şeyler okuyacağımı düşündüğümden okumayı erteliyordum. Ama bu ay okumaya başlayınca resmen neye uğradığımı şaşırdım. Bir kere kitabın anlatıcı beni çok şaşırttı. Kendisinden bahsederek “spoiler” vermek istemiyorum çünkü yazar öyle birini seçerek ilginç bir iş yapmış bence. En azından ben öyle bir şey beklemediğim için şaşırdım diyeyim.
         Kitapta hayatı anlatılan kişi Cemil Eren. Üzülerek söylüyorum ki kendisi bizim çok ünlü ressamlarımızdan biriymiş. Ama ben bu kitapla karşılaşmasam belki de kendisinden bir haber olmaya devam edecektim. O kadar cahiliz ki, cahilim ki... Eğitim sistemimiz de o kadar kötü ki... Yani sanat dersi falan almış olsak en azından böyle değerlerimizle tesadüfen karşılaşmış olmayız belki. Tabii ki en çok benim suçum ve eksikliğim bu konu. Bilmem, öğrenmem gerekirdi. Ama herşeyi mi el yordamıyla, duvarlara çarpa çarpa öğrenmek zorundayım/zorundayız. Yani birazını da ömrümüzün yarısını geçirdiğimiz ve adı eğitim yuvası olan o kurumlarda öğrenemez miyiz?! Hep zor sorular işte.
         Kitapta Cemil Eren’in doğduğu günden itibaren hayat hikayesi anlatılıyor. Yoksul bir aileden çıkıp askeri okula girişi ve orada sanatçı kimliğinin yavaş yavaş şekillenmesi, ders aldığı hocalar, daha sonra mesleğinini bırakarak resim yaparak hayatını devam ettirmeye çalışması. Her ileriye dönük yaşaması, hep ileri eserler vermesi, kendi üslübunu oturtması... Büyülenerek okudum. Resim hep ilgimi çeken bir sanat dalı olmuştur. Bir ara bir hevesle bir şeyler yapmıştım ama sonra bıraktım. Ama hala seviyorum resimle ilgili şeylerle ilgilenmeyi. Bir de Cemil Eren’in tüm dünyaya kanıtladığı bir şey var bu kitapta:Sanatçı/ressam illa serkeş bir yaşam sürmek zorundadır algısını kırmış oldu askeri disipliniyle. Çünkü tüm hayatı boyunca o disiplinle çalışmaları üzerine eğilmiş.
         Google’da bulabildiğim tüm resimlerini inceledim. O kadar güzeller ki. Işığın ressamı ünvanını boşuna almamış Cemil Bey. O kadar beyaz, ışık dolu neredeyse şeffaf resimler yapmış ki insan hayret ediyor.
         Kendisiyle tanışabilmiş olmayı çok isterdim ama maalesef kendisini 2016 yılında kaybetmişiz. Geç tanıdım, çabuk kaybettim. Huzur içinde yatınız.

Na


         


         Na
         Bedri Kenan Karaal
         İsim Yayınları

                Ne bir lokma olayım ağzında
         Ne sen, ne de aşkımız
         Geveleyip durmasın bizi
         Öyle bir şiir yazayım ki
         Bu akşam
         Hayata dair
         Azı dişi olmasın.

         Beyaz olsun sayfalar gibi
         Beyaz olsun
         Pamuk gibi kar gibi
         Ve ben öyle bir şiir yazayım ki
         Bu akşam
         Şeytan işi olmasın.
         (Arka kapaktan...)

         Bu kitaptan çok umutlu değildim aslında başlarken. Hatta neredeyse yarısına kadar benim için orta düzey şiirler olarak ilerliyordu. Ama sonra Atatürk ile ilgili bir şiir okudum ve büyülendim. Ondan sonraki tüm milliyetçi olarak tanımlayabileceğim şiirleri çok severek okudum.
         Kitap ile ilgili tek sıkıntım kapak tasarımının kötü olması. Bence şiir kitaplarının genel sorunu bu zaten. Kapaklarını o kadar çekici bulmuyorum şiir kitaplarının.

Her Yerde Sen


         


         Her Yerde Sen
         Sydney Landon
         Çeviren: Nihal Akcan
         Nemesis Kitap
        
         Beth Denton, hayatının büyük bir kısmını aşksız geçirmiştir ve ona göre bunun nedeni fazla kilolarıdır. Özlediği aşkı yaşayabilmek için onlardan kurtulmaya karar verir. Sonunda fazla kilolarından kurtulduğundaysa, tıpkı beklediği gibi erkeklerin ilgisini çekmeye başlar. Yeni görünümüyle flört dünyasına adın atan Beth, aşkı bulmak için fazlasıyla hazırdır. Ancak, onca erkek arasından hoşlanmak için en yanlış adımı seçmiştir: Nick Merimon. Üstelik Nicek de ondan hoşlanıyor gibi görünmektedir.
         Beth’e göre, Nick gibi sıfır beden kadınlarla çıkmaya alışmış birinin ondan hoşlanması imkansızdır. Ancak hayatında bir kez olsun, yalan olduğunu bilse bile, arzuladığı şeyi yaşamaya karar verir. Verdiği bu kararın doğuracağı beklenmedik sonuçlarla yüzleşmesi ise an meselesidir.
         (Arka kapaktan...)

Uyuyamadığım bir gece telefonumdan sabaha kada okuyup bitirdim bu kitabu. Okurken fark ettim ki aslında daha önce ben bu kitabı okumuşum ya da seriymiş yine (!) o yüzden diğer kitaplarından dolayı aşinayım sanırım. Ama baktım ne blogta ne de goodreadsta bu kitabı bulamadım. Girmemişim.
Neyse, gelelim kitaba. Benim ciklet kitaplar diye tanımladığım kitaplardan. Beth ve Nick’in hikayesi. Beth’in eski kilolu dönemlerinden kalan özgüvensizliği ve büyük korkuları falan var.
Aman Allah’ım müthiş bir kitap falan diyemem bu kitap için ama o gece uykum kaçınca dönüp duracağıma okumuş oldum sadece. Bir şey katmıyor ama o an vakit öldürmeye yetiyor.

28 Mayıs 2018 Pazartesi

Eylül Aniden Gelir


         


         Eylül Aniden Gelir
         Naz Esra Elikara
         Yitik Ülke Yayınları

         Adam kadına sordu usulca: “Sen niye ayaktasın bu saatte, niye uyumuyorsun?”
         Kadın durdu derin bir nefes alıp “Uyuyunca hayat kaçıyor, üstelik kaçmaması da gerek, dıarda insanlar yaşarken kaçırmamak gerek hayatı” dedi...
         Adam kadının çocuksuluğu karşısında tebessüm ederken aklından neler kurguladı bilinmez, ama hemen ekledi: “Bu nasıl bir hırstır?”
         Kadın gülümsedi, bunca senedir hayatında ilk kez birileri bu durumu hırs olarak adlandırılmıştı... Üstelik zekice bir algıyla... Kadın uzun uzun bakıp “Bu hırs mıdır? Bilemedim. Hayattaki tek hırsım bu o zaman eğer bu bir hırssa... Gerçi hayatı yakalamaya çalışırken en çok ıskaladığım şeydir hayatın kendisi... Ve sırf bu yüzden ıskalanmış tüm hayatlara Eylül Aniden Gelir” dedi.
         Adam durdu anlamlı anlamsız bir sürü cümle kurdu... Kadınınsa aklından geçen tek bir şey vardı... “Artık kendi kuytumda kendime sarılarak uyumak istemiyorum, birilerine inanmak ya da en azından inanmayı denemek istiyorum” dedi fısıldayarak... Onca yıldan onca yoldan sonra en can acıtıcı itirafıydı kendisine...
         Adam, “Efendim” dedi durumu fark ettiğinde, kadınsa hemen o an toparlanarak, “Yok bir şey, uyumam gerek artık” diyerek uzaklaştı kendinden.
         (Arka kapaktan...)

         Yitik Ülke Yayınları’ndan ilk kez bir kitap okuyorum. Bu seneki İzmir Tüyap Kitap Fuarı’ndan aldım beş kitap ile birlikte.
         Açıkçası kitabı okuduğum süre boyunca değişik duygular içinde dolanıp durdum diyebilirim. Hep “Yok artık, bu kadar acı da biraz fazla. Amma da abartmış yazar.” diye okudum çoğu zaman. Zaman zaman bunlar ne ergen düşünceler diye düşündüm. Zaman zaman niye bu kadar hızlı geçilmiş her şey dedim. Kitabın sonunda da farkettim ki meğer bu gerçek bir hikayeymiş.
         O yüzden değişik duygular içinde dolanıp durdum diyorum. Bir insan bu kadar acıya nasıl katlanabilir ve yaşamına devam edebilir?!
         Edebi açıdan değerlendirilecek düzeyde bulmuyorum kendisini ne yazık ki. Çünkü edebi bir eserden çok bir kişinin hızlı hızlı hayat hikayesini anlatması gibiydi kitap. Edebiyat açısından doyuruculuğu yoktu bana göre.
        

Dağın Tepesinde Kız


         


         Dağın Tepesinde Kız
         Refik Algan
         Alakarga Yayınları

         Sait Faik Hikaye Armağanı sahibi Refik Algan’dan yeni bir öyküler toplamı. Algan’ın öyküleri geniş bir alana yayılıyor; hem öykü anlayışını, öyküye bakışını, hem de ele aldığı çevreleri hiçbir biçimde sınırlamıyor yazar. Bu yolla öykü okurunu şaşırtan, günümüz öykücülüğünün izlediğ çizginin dışına taşan bir yapıt ortaya koymuş oluyor. Dağın Tepesindeki Kız’da, sonuca ve felsefi akıl yürütmelere yaslanan kısa kısa öyküler de var, edebiyat geleneğimizi izleyen olay öyküleri de. Ama hepsinin içinde kuşkusuz bir Refik Algan ironisi de var. Tadını çıkarmak da, okuruna düşüyor.
         (Arka kapaktan...)

         Öykü kitabı okumayı hep çok sevdim ama uzun süredir beni yakalayan, vurucu öyküler okuyamıyorum. Farklı yazarlar okumaktan memnunum ama bir türlü istediğim etkiyi yaratamıyorlar üzerimde.
         Dağın Tepesindeki Kız, o kadar kötü değildi. Yani son zamanlarda okuduklarımdan bir tık daha iyiydi. Ama bu kitapta da tam ivme yükseldi, vurucu bir son gelecek diyorum ama birden hız düşüyor. Sevdiğim öykülerdi hepsi ama sonları nedense sönüktü bana göre.
         O yüzden bu kitaptan sonra bir süre öykü kitabı okumaya ara vermeye karar verdim.
        

Gölgeler Kitabı


         


         Gölgeler Kitabı
         James Reese
         Çeviren: Emin Sınır
         Klan Yayınları

         “Müthiş bir zarafet ve inanılmaz bir gotik tat..” Anne Rice
         “İnsanun zihnine tıpkı bir zehir gibi sızan dayanılmaz çekicilikte bir roman.” Caleb Carr
         19. Yüzyıl Fransası’ndaki bir rahibe manastırında, rahibeler tarafından eğitilen kızlar arasında yaşayan Herculine’in ne sosyal bir bağı ne de varlıklı bir tanıdığı vardı. Cadılıkla suçlandığında, bu utangaç öğrenci kaçma ümidinin bulunmadığı br yere kilitlendi ve hayatının geri kalanını burada yaşamaya zorlandı... Ta ki, gerçek bir cadı olan güzel ve gizemli Sebastiana tarafından kurtarılıncaya kadar. Bu gizemli cadının malikanesine götürülen Herculine burada adım attığı fantastik ve erotik dünyada, soluk kesici ve karanlık bir mecradan geçerek kendi gerçek doğasını ve kaderini keşfetti.
         (Arka kapaktan...)

         Bu kitaba 2012 yılında başlamıştım. Bir blog çekilişinden kazanmıştım bunu. Hatırlıyorum, okulun ikinci dönemiydi ve benim vize ya da final dönemimdi. Ders çalışmak yerine –her zamanki gibi- kitap okumayı tercih etmiştim. Zaten ben sınav zamanları nedense ya bir kitaba ya bir kitaba kafayı takar, o süreyi tembellik yaparak geçirirdim.
         Kitaba 2012’de başladım ve sınav haftası bitince bir kenara ittim. Açıkçası sıkılmıştım da. Anca 2018’in mayısında bitirebildim işte. Açıkçası ardımda kalmasın diye bitirdim. Çünkü kafamda bir yerde sürekli yarım bıraktığım kitaplar duruyor ve ben artık benimle kalsınlar istemiyorum.
         Neyse gelelim kitaba: bir kere kitabı Goodreads’e girerken farkettim ki meğer bu kitap Herculine serisinin ilk kitabıymış. Ama ben seri kitap okumaktan hiç hoşlanmadığım için devamının peşine düşmeyeceğim. Baştan söyleyeyim.
         Kitabımız manastırda yaşayan Herculine’nın günlük yaşamıyla başlıyor. Sonra bu kızcağız (!) cadılıkla suçlanıyor ve bir yere kapatılıyor. Sonra da birileri onu oradan kaçırıyor ve asıl yaşamına başlıyor. Kendisiyle ilgili çok önemli bir gerçeği öğreniyor ve kız kardeş olarak tanımlanan Sebastiana ile tanışıyor. Kitabın büyük kısmı kitabın adına da ismini veren Gölgeler Kitabı’nı okumasıyla geçiyor.
         İşte cadılık, büyücülük, biraz da cinsellikle örülü bir kitap bu. 2012’de okumaya başladığım o hafta çok ilgimi çekmiş olsa da şu an o kadar da ilgi çekici gelmiyor bana. Zorla bitirdim aslında. O yüzden de devamını okumayacağım.

Oyun Dürtüsü


         


         Oyun Dürtüsü
         Juli Zeh
         Çeviren: Itır Arda
         Metis Yayınları 

         “Bu, lanet olası bir aşk romanı değil!”
         “Ne peki?”
         “Sıradan hayat.”
         Kartallar ve Melekler ile tanıdığımız Juli Zeh bu romanında, fikirlerin, ideolojilerin, dinlerin, barışa inancın, insan haklarının ve demokrasinin yerine pragmatizmi koyan iki özel okul öğrencisinin öyküsünü anlatıyor. İnsanların kalan son varoluş şeklinin de bu oyun olduğunu düşünen Alev ile “nitelik edinmeyi” gereksiz bulan, aptallığa duyduğu nefreti zehir gibi sözlerle dile getiren Ada’nın öyküsünü...
         Juli Zeh, “iyi-kötü” ayrımının yerini “işlevsel-işlevse olmayan” ayrımına bıraktığı, ahlakın bir endüstri normuna dönüştüğü ve gerçekliğin kendi kopyalarını taklit ettiği çağımızda, insani bir şey hissedebilmek için kalp piline gerek duyan neslin bu iki üyesini anlatırken, bir yandan da Greenpeace ile El Kaide, Hollywood ile 11 Eylül arasındaki paralelliklere işaret ederek dünyamızın bugünkü durumuna, toplumların yapısına ve insanlar arasındaki ilişkilere alışılmışın dışında bir bakış açısı sunuyor. Hukuk eğitimi de görmüş olan ve gerek analiz yeteneği gerekse üslubu ile eleştirmenlerin takdirini kazanan yazar, kitabında değişen zaman karşısında değerler ve yasaların konumunun yanı sıra adalet, hukuk, dil ve gerçeklik kavramlarını da sorguluyor.
         (Arka kapaktan...)

         Bu kitabı en son ayrıldığım iş yerinden bir arkadaşım hediye etmişti. Hep okumak istiyordum ama kalın diye de bitiremezsem diye de bir korkum vardı. Nitekim öyle de oldu. Nisan ayında okumaya başlayıp mayısta bitirebildim.
         Uzun zamandır çok sevemediğim kitaplar okuduğum için bu kitaba başlayınca biraz şaşırdım. Hatta büyülendim diyebilirim.
         Ada ve Alev’in hikayesini anlatıyor kitap. Aklınıza gelebilecek her türlü düşüncenin, ideolojinin yerine pragmatizmi koyuyor bu çocuklar. Ve bunun yanında da müthiş bir umursamazlık hakim hallerinde.
         Her eylemi bir oyun dürtüsü olarak gören Alev yüzünden bazı işlere kalkışıyorlar ve sonu biraz değişik bitiyor. Aslında tam olarak da böyle planlanıyor ama yine de insan başka bir şey olur da o son yaşanmaz diye bekliyor nedense.
         Ve son bölümde de harika bir savunma vardı Ada tarafından yapılan. En çok o kısma bayıldım desem yalan olmaz. Yani neredeyse 16 yaşına girmiş olan kızdan böyle bir savunma gelmesi. Harikaydı. Tek kelimeyle harikaydı.


Yaşam Suyu


         


         Yaşam Suyu
         Clarice Lispector
         Çeviren: Başak Bingöl Yüce
         Monokl Yayınları

         Fantastik bir dünya çevreliyor beni ve ben oluyor. Küçük bir kuşun çılgın şarkısını duyuyorum, parmaklarımın arasında kelebikler eziyorum. Bir kurdun yediği elmayım. Orgazmik kıyameti bekliyorum. Ahenksiz bir böcek istilası sarıyor etrafımı, bir gaz lambasının ışığıyken ben. Sonra da olayım diye çok ileri gidiyorum.
         Bir trans halindeyim. Çevremdeki havaya nüfuz ediyorum. Nasıl bir ateş: yaşamayı durduramıyorum. Bu hissettiğim, düşündüğüm, yaşadığım her şeyi kalınca sarmalayan, yoğun ve olduğum her şeyi bana ait ama yine de dışımdaki bir şeye dönüştüren sözcük oranında. Kendimi düşünürken izliyorum. Merak ettiğim şu: düşüncenin bile ötesinde olan o içimdeki şey kim? Sana yazıyorum çünkü bu, tevazuyla kabul etmem gerekecek bir meydan okuma. Kendi hayaletlerim üşüşüyor içime, bir de efsanevi ve fantastik her ne varsa – yaşam döngüsü.
         (Arka kapaktan)

         Değişik bir kitap bu Yaşam Suyu. Yazarın notuyla başlıyor ve yazar editörüne yazdığı mektupta deneysel bir noktalama ve imla kullandığını ve bunun dilbilgisi kurallarını bilmemektan kaynaklanmadığını söylüyor. Bu yüzden de cümle yapıları da dahil olmak üzere metnin üslup özelliklerine kesinlikle dokunulmamasını söylüyor. Yazar ile ilgili okuduğum bütün yazılarda kitap hangi dile çevrilirse çevrilsin, her editöründen bunu istediğini öğrendim. Üstelik tüm yapıtları için aynı şeyi yapıyormuş.
         Yaşam Suyu, ilk bakışta biraz dağınık bir metinmiş gibi göründü benim gözüme ama içine girdikten sonra aslında bir yolculuk kitabı olduğunu farkettim. İnsanın gizindeki yıkımı ve ihtişamı bulamamak üzerine aramaya niyetlenmiş bir yolculuk. Yani tamamlanamayan bir tablo gibi, her bakanın bakışıyla değişen ve sürekli şekil değiştiren bir tablo gibi.
         Biraz ilginç bir kitap. Herkese hitap eder mi bilemiyorum ama değişik bir şeyler okumak isterseniz bir bakın derim.
         #kitapagacisabitfikirkulubu Mayıs kitabımızdı. Mayıs ayında bitirdiğim ilk kitap olmasına rağmen kulüp kuralları gereği bir yerde yorum paylaşmamamız gerektiğinden ay sonuna planladım.
         Bir de kitapla ilgili çevirmeninden bir yazı okudum. O da yazar ve eserleriyle ilgil bilgi edinmek için başvurulacak güzel bir kaynak bence. Bakmak isterseniz diye linkini şuraya bırakıyorum.

3 Mayıs 2018 Perşembe

Bir Romanın Son Cümleleri


         


         Bir Romanın Son Cümleleri
         Tolga Sarıca
         Palto Yayınevi

         “Ne yazık ki filmin son sahnesi gelip çattığında ya da her şeyi değiştirecek bir kapıdan içeri adımımızı atmamız gerektiğinde insanın aklına çok da parlak fikirler gelmiyor. Ama senin zaten bunlara ihtiyacın yok. Tıpkı annen gibi senin de hayatta istediğin her şeyi başarabileceğine sonuna kadar inanıyorum. Şimdi kitabın yanı başına bıraktığım yüzüğü al ve benim yapmış olduğum gibi onu hayatının sonuna kadar boynunda taşı. O yüzüğü annen bana uğur getirmesi için verdiğinde yirmi sekiz yaşındaydım ve henüz sen doğmamıştın. Onu merak ettiğini, kim olduğunu öğrenmek için nelerden vazgeçebileceğini ve yıllar boyu bu konuyu hiç açmayarak seni ne denli büyük bir hayal kırıklığına uğratmış olduğumun ağırlığını her nefes alıp verişimde yüreğimde hissettim.”
         (Arka kapaktan)

         Palto yayınlarından daha önce bir eser okumadım diye hatırlıyorumve açıkçası bu kitabı da merak ediyordum.
         Aslında yazarın tarzı tam benim sevdiğim şekilde ama daha tam olarak olmamış bana göre. Henüz “eh işte öyküleri”nden öteye geçemedi bu kitap. Ama başka kitaplarıyla karşılaşırsam da okumaya devam ederim. Çünkü bana göre umut vaat eden bir kalemdi benim için.
Evet, en başta söylemem gerekeni en son söylüyorum. Bu bir öykü kitabı. Charles Bridge, Mandallı Çocuk, Foça Katili, Bırakmış, Hasta La Fontaine, Bonnie, ve Bir Romanın Son Cümleleri isimli öykülerden oluşuyor kitap. Benim ivmem en çok Bırakmış isimli öyküde yükseldi. Bu kitap için favorim budur.