29 Aralık 2012 Cumartesi

Yüzüncü Ad / “Baldassare’nin Yolculuğu”


        
         Amin Maalouf
         Çeviren: Samih Rifat
         Yapı Kredi Yayınları
         Doğu’daki son Cenevizlilerden, antika tüccarı Baldassare Embriaco, 1665 yılı sonlarında, soyunun yüzyıllardır yaşadığı Lübnan’dan yollara düşer. Ertesi yıl, İncil’e göre “Canavar’ın Yılı”dır. Kimilerine göre düpedüz Mahşer: Kan, ateş, yıkım ve her şeyin sonu… Zamanın sonu!
            Dünyayı ve Baldassare’yi kurtarabilecek tek şeyse, Yüzüncü Ad’dır.  Kimselerin görmediği bir yazma kitap ve bu kitapta açıklandığı söylenen bir ad: Allah’ın, Kuran’da anılan doksan dokuz adının, sıradan ölümlülere bildirilmemiş olan yüzüncüsü…
            Tanrı’nın gizli ve yüce adı…
            Yüzüncü Ad’ın peşinden önce İstanbul’a uğrar Baldassare’nin yolu; oradan İzmir’e, Sakız’a, Cenova’ya, Amsterdam’a, sonra da Londra’ya. Konya’da vebanın kıyımına, İzmir’de Sebetay Sevi’nin şaşırtıcı başkaldırısına, İngiltere’de büyük Londra yangınına tanık olur.
            Korku, şaşkınlık, düşkırıklığı, umut ve aldanma, menzil taşlarıdır bu uzun yolun. Bir de en beklenmedik anda yolcunun karşısına dikiliveren aşk.
            Sevincin, mutluluğun tek kaynağı aşk!..
            (Arka kapaktan…)
         Çok sevdiğim bir arkadaşımın kitabı bu kitap. Ve yaklaşık iki yıldır bende. Sürekli okumamı, güzel bir kitap olduğunu ve beğeneceğimi söylüyordu. Ben de elimdeki okunmayı bekleyen diğer kitaplar nedeniyle sürekli erteliyordum. Ama en sonunda okumaya karar verdim ve başladım okumaya.
         Ama hem şu ara çok yoğun olmamdan hem de başka bir kitapla dönüşümlü okuyor olmamdan yavaş ilerliyordu. Ta ki 21 Aralık söylentileri etrafa yayılmaya başlayıncaya kadar. :)
         Ben kitapların o anki koşullara uygun zamanlarda kendilerini okuttuklarına inanırım. Ya da bende öyle oluyor. Genelde okuduğum bir kitap o an içinde bulunduğum şartlar ve ruh haline tıpatıp uyar ve her biri hayatımda bir iz bırakır.
         İşte Yüzüncü Ad da tam böyle oldu. Şirince’ye gelen, rezervasyon yaptıran insanları duydukça kitaba olan ilgim daha da arttı. :) Tabii daha da korktum. Her ne kadar yazılan Şirince masalına inanmasam da ya dünya batarsa diye düşündüm ben de bir ara.
         Ama sonuç itibariyle çok keyif alarak okudum Baldassare’nin yolunu. Ki zaten günlük tarzında yazılması da okunmasını bir hayli kolaylaştırmış.
         Bu arada bu Amin Maalouf’tan okuduğum ilk kitap. Semerkant’ı mutlaka okumam gerektiğini söylüyorlar. Bakalım artık…

27 Aralık 2012 Perşembe

Klasik Yunan Mitolojisinin En Güzel Efsaneleri / 1. Cilt


      
         Gustav Schwab
         İlya Yayınları
         Mitoloji Dizisi
         Gustav Schwab’ın bu kitabı kendi türünde yazılmış en önemli ve en kapsamlı klasik olarak kabul edilmektedir. Günümüzde Batı uygarlığının kültürüne damgasını vuran Yunan tanrı ve kahramanlarına ait efsaneleri canlı bir anlatımla günümüze taşır.
            Birinci bölümde; en eski Yunan efsaneleri, “Argonotlar” , “Herakles ve Oğulları” , “Theseus” , “Oidipus” ve “Thebai’li Yediler” efsaneleri anlatılır.
            İkinci bölüm; “Troya”ya, üçüncü bölüm ise “Son Tantalidler” ,  “Odysseus” ve “Aeneas”a ayrılmıştır.
            Bu eser Antik Çağ’ın kahramanlarının değişikliklerle dolu kaderlerini ve can alıcı, dokunaklı maceralarını göz önüne sererken, günümüze kadar güzel sanatların her dalına ve edebiyata ilham olmuş olayları ve kişileri, heyecan verici bir anlatımla sunmaktadır.
         (Arka kapaktan…)
         Bu kitap iki ciltlik. Ben daha birincisini okuyabildim. Aslında daha önce de birçok mitoloji kitabı okumuştum ama hem mitoloji kitabı okumayı çok sevdiğimden hem de ikinci dönem okulda mitoloji dersi aldığımdan bunu da okumak istedim. Ayrıca bu dönem aldığım arkeoloji dersinde de mitolojik karakterler çok geçiyor.
         Bu bir arkadaşımın kitabı. Kendisi mitoloji kitaplarını set halinde almıştı. Yanlış hatırlamıyorsam bir de tarih seti almıştı.
         Bana çok güzel, muhteşem bir kitap diye anlattı. Mutlaka okumalıymışım. Ben de okuyayım dedim ama aynı etkiyi yaratmadı bende ne yazık ki. Kitap güzel, akıcı bir dili de var üstelik. Ama ben daha önceden mitleri bildiğimden olsa gerek çok sıkıldım okurken. Ama yine de mitoloji dersi göreceğim, hatırlatma olsun diye sabırla birinci cildi okudum. İkinci cildi de şu ara elimde olan kitabı bitirdikten sonra okuyacağım.
         Mitolojik hikâyeler ilginizi çekiyorsa tavsiye edebilirim. Çünkü hem açık bir anlatımı var hem de o kadar isim geçmesine rağmen kafanız karışmıyor. (Yukarıda da dediğim gibi benim sıkılma nedenim sadece daha önceden mitleri biliyor oluşum. Yoksa çok güzel bir kitap.)

18 Kasım 2012 Pazar

Az


         
         Az
         Hakan Günday
         Doğan Kitap
        
         “Diyebilirsin ki bir insanı, fotoğraflarından ve hakkındaki haberlerden ne kadar tanıyabilirsin? Halksın. Belki de çok az… O zaman şöyle demeliyim: Seni az tanıyorum… Az…
         Sen de fark ettin mi? Az dediğin, küçücük bir kelime. Sadece A ve Z. Sadece iki harf. Ama aralarında koca bir alfabe var. O alfabeyle yazılmış onbinlerce kelime ve yüzbinlerce cümle var. Sana söylemek isteyip de yazamadığım sözler bile o iki harfin arasında. Biri başlangıç, diğeri son. Ama sanki birbirleri için yaratılmışlar. Yan yana gelip de birlikte okunmak için. Aralarındaki her harfi teker teker aşıp birbirlerine kavuşmuş gibiler. Senin ve benim gibi…”

         Bir tarikat şeyhinin oğluyla evlendirilen 11 yaşındaki korucu kızı Derdâ ile hapisteki bir gaspçının aynı yaştaki oğlu “mezarlık çocuğu” Derda’nın bir mezarlıkta kesişen hayatlarının, bu iki çocuğun kırk yıl boyunca her tür şiddetle yontulup birbirlerine hazırlanışlarının, (bütün anlamlarıyla) Yazı’nın onları birleştirmesinin hikâyesi. Çocuk şiddeti, hayatın şiddeti, aşkın şiddeti, inancın şiddeti, hırsın şiddeti üzerine, A’dan Z’ye şiddet üzerine, dilin ve yazının şiddetiyle bir roman.
         (Arka kapak)

         11 yaşındaki Derdâ’nın annesi tarafından okuldan alınıp bir tarikat şeyhine gelin olarak verilmesiyle başlıyor kitap. Maalesef ki hala günümüzde de görülen çocuk gelinlerden biri Derdâ’da. Londra’ya götürülüyor. Gerdek gecesinde de hayatındaki ilk şiddetle tanışıyor. Kocası onunla savaşır gibi birlikte oluyor, döverek. İlk gecesinde tanıştığı şiddetten kurtulmak için diğerleri gibi kendini öldürmeyi seçmiyor Derdâ. Acıyı değil de zevki seçiyor.
Oradan kurtulabilmek için paraya ihtiyacı olduğunu biliyor ve tabii İngilizce’ye. Bunun için de karşı dairesindeki adam ve arkadaşlarıyla mazo-sado ilişkilere giriyor ve filmler çekiyor. O sıralarda eroinle tanışıyor.
Derda ise bir mezarlık çocuğu. Mezarlığa ölülerini ziyarete gelen insanlardan para alıyor mezarları sulayıp temizleyerek. Ölen annesini kesip parça parça gömüyor mezarlığa 11 yaşındayken. İlk şiddetiyle böyle tanışıyor. Büyüdüğünde mezarlıkta çalışamayacağını anlıyor ve korsan kitap basan bir matbaada çalışmaya başlıyor. Bir gün eline aldığı bir kitapta o göre göre ezberlediği ismi görüyor. “Oğuz Atay” Ondan sonra da okumayı öğreniyor. Oğuz Atay’ın tüm kitaplarını, hayatını okuyor. Ve Oğuz Atay’ı anlamayan insanları, onun ölümünden sorumlu tutuyor ve hepsini öldürmeye karar veriyor. Daha sonra babasını dövüp iki adamı öldürülüyor ve 24 yıl hapis cezasına çarptırılıyor.
Derdâ’yla hücresinde bir filmde tanışıyor. Derdâ’nın çektiği o son filmde. Ona âşık oluyor ve bir mektup yazmak istiyor. Bunun için de yazmayı öğreniyor. Hapisten çıktığı gün Oğuz Atay’ın mezarına götürülüyor ve Derdâ’ya karşılaşıyor.
Hakan Günday’ın okuduğum 3. kitabı bu. Daha ilk kitabına başlarken bu adamın yazdıklarını çok seveceğimi biliyordum. Nitekim öyle de oldu. Bu kitabını da çok sevdim. Okumanızı şiddetle tavsiye ederim. 

17 Kasım 2012 Cumartesi

Firarperest


         
         Firarperest
         Elif Şafak
         Doğan Kitap
        
İnsan ki eşrefi mahlukattır, içindeki semavi özü keşfetmekle yükümlüdür.
Çıkacaksın yollara, kendine doğru git gidebildiğin kadar.
Keşif boynumuzun borcudur. Kendimizi keşfetmek, aşkı keşfetmek, dünyayı keşfetmek, ötekini keşfetmek…
(…)
Çakılı kalmamak sırf alışkanlıklardan ötürü demir attığın koylara. Çıkmak oralardan, geçmek dalgakıranlarn beri tarafına, bilmediğin memleketlere varmak, tatmadığın yemekleri yemek, sözlerini anlamadığın şarkılarla içlenmek, risk almak, dağılmak ve parçalanmak ve hasret çekmek buram buram, gurbetin tadına bakmak ve kendini yabancının gözünden görmek, şaşırmak yeniden, şaşırmak bir çocuk gibi dünyanın hallerine, çeşitliliğine, güzelliğine, acımasızlıklarına… şaşırmak ölene kadar…
Şaşırma kabiliyetini hiç yitirmemek…
Budur son tahlilde Ademoğullarına, Havvakızlarına kendinlerini keşfettiren serüven.
(Arka kapak)

         Bence Elif Şafak’ın en iyi ve özgün kitabı Baba ve Piç’tir. Okuduğum ilk kitabıdır ve etkisinde kaldığım tek kitaptır aynı zamanda. Daha sonradan hangi kitabını okusam aynı etkiyi yaratmıyor üzerimde, aynı duyguları yaşayamıyorum. Saki o kitabı başka, diğer kitapları başka biri yazmış gibi. O kadar çok fark var arada. Yine de hiç okumayacak kadar da kötü değil.
         Bu kitabını da bilmek için okudum. Ne de olsa eleştirebilmek için bilmek gerekir.
         Denemelerini toplamış Elif Şafak bu kitabında. Çok severek okuduğum söylenemez açıkçası. Türlü çeşit denemesinde aynı cümleleri hatta aynı imgeleri bile tekrar etmiş olması hiç hoş değildi bence. Ya yarattığı bazı imgeleri çok sevdiğinden olsa gerek bu ya da yenilerini üretemediğinden.
         Ama usta yazar ve sanatçıların hakkında kesitler sunması güzeldi bence.
         Ha bir de kitabın içindeki M. K. Perker’in yaptığı çizimlere bayıldığımı belirtmeden geçemeyeceğim.

16 Kasım 2012 Cuma

Bıldırcın Yağmuru


       
         Bıldırcın Yağmuru
         Zeki Müren
         Basıldığı Yer: İstanbul Matbaası
         Kapak ve İç Desenler: Zeki Müren

         BİYOGRAFİM

         6 Aralık 1933
         Doğmuşum… İyi halt etmişim.

         39 İlk Okul:
         Siyah önlük beyaz yaka.
         Topluma ilk fiyaka.
        
         44 Orta Mektep:
         Soluk beniz kısa saç.
         Umutlardan kıskaç.

         47 Lise:
         Pembe hayaller, yeşil filizler.
         Yorulmayan yorgun dizler.

         Akademi 1950:
         Renk deryasında renksiz yelkenli.

         1955 Sahne:
         Çile, para, para, çile.
         Ne dilersen dile.

         62 en büyük aşkım;
         62 en delik gönlüm…
         62 en… neyse…
        
         Bindokuzyüz bilmem kaç;
         Veda kara dünyaya.

         Son tarihi bir bilseydim,
         İşportacı olurdum
         Hayatın anası tablamda.
         Zeki Müren, Sayfa: 127
        
         Bu kitabı İstanbul’a gittiğimizde almıştık erkek arkadaşımla birlikte. Kabalcı’dan kelepir kitap bölümünden. Zeki Müren’i çok severim. O yüzden görünce dayanamadım, aldım hemen. Çocukluğumda evimizde bir sürü kaseti vardı ve onunla ilgili bir şeyler görmek beni hemen o güzel günlere götürüyor.
         Şarkıları gibi naif, hoş şiirler var kitabın içinde. Aynı zamanda kendi yaptığı çizimler de bulunuyor. Onları da fotoğrafladım. 




         “Gözlerimi vereyim sana
         Kendine öyle bak!”
         Gibi
         “Bıldırcın yağmuru gördün mü hiç?
         Nasıl sapır sapır dökülürler.

         Bir sabah evinin damında beni bulacaksın…”
         Gibi ince, hoş ve yüce şiirler yazmış bu güzel insanı tanımayı çok isterdim doğrusu. Benim de yarı memleketim sayılan güzel Bursa’sını onunla konuşabilmeyi...
         Ayrıca bu kitabın geliri Kanser Derneği'ne bırakılmış. 


         

         
         Huzurla yatsın. 

2 Kasım 2012 Cuma

Şibumi




         Şibumi
         Trevanian
         E Yayınları

         Şibumi gizemli ve şaşırtıcı yazardan gerçek bir kahramanın inanılmaz öyküsü üzerine felsefe ve edebiyatın iç içer bulunduğu hayranlık uyandıran bir kurgu.

         Nicholai Hel, özellikleri ve özgün kişiliğiyle gerçek bir roman kahramanı… Yarı Rus, yarı Alman asıllı soylu bir Amerikan düşmanı. Şanghay’da doğmuş, bir Japon generali tarafından büyütülmüş ve bir Japon bilgesinden Go oyununu öğrenmiş. Öğrenilmesi çok zor olan Bask dili dahil yedi dili ana dili gibi konuşuyor. Plastik kartla ya da kurşun kalemle bir insanı rahatlıkla öldürebilecek ustalıkları edinen, üstün düzeydeki “yakın algılama” yeteneği sayesinde fotoğrafı bile çekilemeyen bu profesyonel, korkusuz, yenilmez savaşçı ve gerçek filozof, günün birinde emekli olarak çekildiği şatosundan amansız ve acımasız bir dövüşe katılmak üzere çıkıyor…
         (Arka kapaktan)

         Bu kitabı uzun zamandır bitirmeye çalışıyorum. Nedense –çok ilgilenmeme ve ikinci yabancı dilim Japonca olmasına rağmen- Japonya’yla ilgili ya da Japonya’da geçen olayları anlatan anlatılar ya da romanlar bir türlü akmıyor bende okurken. Neden olduğunu bir türlü anlayamıyorum ama merakım ve inadım ağır bastığından her seferinde o kitabı bitirebilmek için büyük bir uğraş veriyorum.
         Bu da o kitaplardan biri oldu. Hem de çok enteresan bir kurgusunun olmasına rağmen.
         Şibumiyi basitliğin güzelliği gibi tanımlayabiliriz sanırım. Nirvanaya ulaşmak gibi en üst seviyeye ulaşmaya dayanıyor. Tabii en belirsiz, dikkat çekmeyen ve en basit halle.
         Kitabın ana kahramanı Nicholai Hel, artık itildiği sebeplerden dolayı diyelim bir katil oluyor ve en basit bir nesneyle bile bir insanı kolayca öldürebiliyor.
         Benim bu kitabı okumaya başladığımda beklentim yüksekti. Karşılamadı mı? Tabii ki karşıladı. Ama başka yönlerden.
         Mesela ben cinayetleri hakkında bahsedeceğini düşünürken onları çok yüzeysel geçmişti. Tabii ki öldürme tekniklerini merak etmiyordum ama işte olayın gelişme aşamasını, görüştüğü adamları ya da sonucunu bilmek isterdim doğrusu.
         Öte yandan Hel’in bir katile dönüşmeden önce üç yıl boyunca hapishanede geçirdiği yıllarını, kendisine çizdiği programı uygulayışı ve Bask dilini öğrenme sürecini anlatışı çok güzeldi.
         Go oyununu biraz daha detaylı anlatmasını isterdim doğrusu.
         Ama Hel’in uğraştığı mağaracılık ya da mağara keşfi gayet güzel ve keyifli anlatılmıştı.
         Bu kitap hem çok zorlanarak okuduğum –benden kaynaklanıyor kesinlikle- hem de çok çok sevdiğim bir kitap oldu. 

29 Ekim 2012 Pazartesi

Kalabalıklar


         
        
         Herkesin harcı değil insan yığınlarıyla yıkanıp, yunmak, kalabalığın tadına varabilmek. Ayrı bir sanattır o. İnsanoğullarının hesabına bir dirim sofrası donatmak, anca beşikte içlerine bir melek tarafından maske takıp tebdil gezme hevesi, evden barktan tiksinti, bir yolculuk ateşi üflenmiş kimselere vergidir.
         Çoklukta yalnızlık, döllü döşlü, harlı bir ozan için birbirinin yerini tutabilen eş deyimlerdir. Yalnızlığını şeneltemeyen kişi, hiç iş-üstü bir kalabalığın ortasında yalnız kalmak nedir bilebilir mi?
         Mesrebince hem kendi hem başka olabilmektir ozanın başkalığı. O, kendine bir ten arayan başı-boş ruhlar gibi aklına esti mi istediği kimsenin kişiliğine bürünebilendir. Bir onun için ardına kadar açıktır her şey. Önünde kapalı gibi duran kapılar varsa hor görüp yanaşmadığı içindir bu.
         O düşünceli, yapayalnız gezgin, bu evrensel kaynaşmadan bir acayip esrüklüğe varır. Kalabalıkla sarmaş dolaş oluveren ozan, kasalar gibi kapalı benciller, istiridyeler gibi, kabuk bağlamış tembellerden oldum olası uzak, hep görevliklere karşı çıkar, rast geldiği her uğraşı, her kederi, her sevinci benimser, basar bağrına.
         Bu tarife sığmaz cümbüş, bu her önüne çıkanın, her önüne gelenin kucağına, hayır adına, şiir adına atılıveren ruhun bu mübarek orospu hali yanında insanların aşk dediği nesne ne dar ne ufak ne püften şeydir.
         Aradabir bu dünyanın mutlu kişilerine, aptalca gururlarını bir an kırmak için bile olsa anlatılmalı ki, onlarınkinden çok daha üstün, çok daha genişi çok daha seçkin mutluluklar vardır. Kolonileri kuranlar, gezici papazlar, o dünyanın bir ucuna sürülmüş misyonerler bu sırlı esrüklüklerden bir şeyler bilirler elbet; dudaklarının kurduğu o koskoca çevre içinde zaman zaman onların kötü talihlerinden dem vurmaya, yaşadıkları arık hayatı yermeye kalkanlara bıyık altından gülmüş olmalılar.

Charles Baudelaire
Çeviren: Can YÜCEL
İçe Kapanış kitabından, sayfa: 59 - 60
         

28 Ekim 2012 Pazar

Yabancı


-          En çok kimi seviyorsun garip yabancı? Babanı mı, anneni mi, kardeşlerini mi?
-          Ne babam, ne annem, ne de kardeşlerim var.
-          Vatanını mı?
-          Nerede olduğunu bile bilmiyorum!
-          Yoksa parayı mı?
-          Nefret ederim ondan.
-          O halde neyi seversin esrarlı yabancı?
-          Bulutları severim. Karşıdan gelen ve karşılara giden bulutları.

Charles Baudelaire
Çeviren: Ayhan HÜNALP
İçe Kapanış kitabından, sayfa: 58

27 Ekim 2012 Cumartesi

İçe Kapanış


         Derdim, yeter, sakin ol, dinlen biraz artık;
         Akşam olsa diyordun; işte oldu akşam,
         Siyah örtülere sardı şehri karanlık;
         Kimine huzur iner gökten, kimine gam.

         Bırak, şehrin iğrenç kalabalığı gitsin,
         Yesin kamçısını hazzın sefil cümbüşte
         Toplasın acı meyvesini nedametin
         Sen gel, derdim, ver elini bana, gel şöyle.

         Bak göğün balkonlarından geçmiş seneler
         Eski zaman esvaplariyle eğilmişler;
         Hüzün yükseliyor, güler yüzle, sulardan.
        
         Seyret bir kemerde yorgun ölen güneşi
         Ve uzun bir kefen gibi doğuyu saran
         Geceyi dinle, yürüyen tatlı geceyi.

         Charles Baudelaire
         Çeviren: Sabahattin EYÜBOĞLU
         İçe Kapanış kitabından, sayfa: 14 - 15

26 Ekim 2012 Cuma

İçe Kapanış














         İçe Kapanış
         Charles Baudelaire
         Ataç Kitabevi

          Baudelaire’in kurduğu şiir üzerinde en gerçek yargıyı gene Baudelaire’in şiirleri veriyor. Les fleurs du Mal yayınlandıktan sonra, geçen yüzden fazla yılın alıp götürmelerinin uzağında kalan bu kitap, o nesilden-nesile, dilden-dile etkisini, havasını, canlılığını sürdüren şiirlerle zaman aşımına uğramaz niteliğinden bir şey kaybetmiyor.
         Bu kitaptaki şiirleri çevirenlerin Sabahattin Eyüboğlu, Suut Kemal Yetkin, Cahit Sıtkı Tarancı, Orhan Veli, Sabri Esat, Ahmet Muhib, Sait Maden, Sabahattin Teoman, Can Yücel, Ferid Edgü olması şiirlerin dilimizdeki değeri hakkında bir fikir vermiyor mu?
         (Arka kapaktan)

         İçinde otuza yakın şiir bulunan bu küçük kitabın aslında başı çok kalabalık. Baudelaire sever misiniz bilemiyorum ama çoğu şairimizi hatta yazarımızı derinden etkileyen bu şairi ben es geçemiyorum doğrusu. Çoğu bildiğim, daha önce okuduğum şiirlerdi. Yeniden okumak iyi geldi doğrusu.
         Diğer postlarımda sevdiğim birkaç parçayı da paylaşacağım.

25 Ekim 2012 Perşembe

Duvar




        Duvar
         Jean Paul Sartre
Ataç Kitabevi

21 Haziran 1905 yılında Paris’te doğdu.
1907: Babasının ölümü.
Bu ölümden sonra, IV. Henri Lisesi’nde ilk öğrenimini yaptı.
1916: Annesi yeniden evlendi.
1917 -  19: Rochelle Lisesi.
1924 – 28: Ecole Normale yılları.
1929: Bitirme.
Ekim 1929 – Ocak 1931: Tours’da askerlik.
Şubat 1931: Havre’da felsefe öğretmeni.
1931 – 32 – 33: Havre.
1933 – 34: Berlin’de, pansiyoner.
1934 – 35 – 36: Havre.
1936 -  37: Lion. Haziran’da, Duvar (öyküler) ın çıkışı.
1937 – 38 – 39: Pasteur Lisesi. Bulantı’nın çıkışı. (1938)
21 Haziran 1940: Padoux’da tutuklu.
1 Nisan 1941: Kurtuluş.
1941: Pasteur Lisesi.
1942 – 43 – 44: Condorcet Lisesi. 1943: Sinekler.
1945: Gazeteci olarak, Amerika’ya yolculuk.
1946 ve sonrası: Bir yığın yolculuk: Amerika, Afrika, İzlanda, İskandinavya, Rusya, v.b…
(Arka kapaktan)

Jean Paul Sartre’yle ilk tanışmam lise yıllarımın başlarına denk gelir. O zaman kitaplarından birini değil de hayat hikâyesini okumuştum bir kitaptan. O günden sonra da izini sürmeye başladım.


Duvar isimli bu öykü kitabı kütüphanemdeki çoğu kitap gibi hediye geldi bana. Oldukça eski bir kitap. Fotoğrafta da gördüğünüz gibi ikinci baskı. İlk baskısı 1959 yılında yapılmış olup ikinci baskısı da 1964 yılında yapılmış. Eski olduğu için dikkatli okumak gerekiyor biraz zira yaprakları kopmaya çok müsait.
80 sayfalık bu küçük kitabı çok severek okudum. İçinde üç adet öykü var. Duvar, Oda ve Erostrate.
Her Sartre kitabı gibi güzel ve okunabilir bir kitap bence. Öykülerden bahsetmek istemiyorum zaten kısa öyküler olduğu için.
Ama son hikâye, Erostrate’de Efes tapınağını yakan Erostrate’den bahsediliyor. Ki hikâye de adını ondan almış zaten. Bu benim için güzel bir tesadüftü turizmci olduğumdan.

2 Ekim 2012 Salı

Mahur Beste



Mahur Beste
Ahmet Hamdi Tanpınar
Dergâh Yayınları
Kapak Düzeni: Bülent Erkmen

Mahur Beste’de Tanpınar’ın Huzur ve Sahnenin Dışındakiler adlı romanlarında önemli bir motif olan “Mahur Beste” teması önemli bir tutar. Mahur Beste, acı bir aşk hikâyesinin klasik musiki kalıplarıyla soyutlanmasıdır. Tanpınar, klâsik Türk musikisini medeniyetimizin özlü bir yansıması olarak kabul eder. Mahur Beste’de Tanpınar’ın diğer eserlerinde de görülen medeniyet meselesi büyük bir ağırlıkla ele alınır. Mahur Beste, Tanzimat sonrasında toplum hayatımızın her yönüne yansıyan değişim ve başkalaşımın yansıtıldığı ve her fırsatta tartışıldığı bir roman özelliğindedir.
(Arka Kapaktan)

Mahur Beste, Huzur’dan sonra Ahmet Hamdi Tanpınar’ın okuduğum ikinci kitabı. Huzur, Mahur Beste, Sahnenin Dışındakiler ve Saatleri Ayarlama Enstitüsü aynı noktadan çıkıp da gittikçe genişlemiş kitaplar olduğu için hepsini okumak gibi bir hedefim var.
Huzur’da Mahur Beste’den çok bahsediliyordu. O yüzden bu kitabı çok merak ediyordum.
Bu kitapta ise Mahur Beste’yle birlikte Behçet Bey’in hayatı ve çevresi üzerinde durulmuş. Hatta Mahur Beste’nin önüne geçmiş bile diyebiliriz. Kitabı sevdim aslında ama yine bir eksiklik var gibi. Diğer kitapları da okuduktan sonra bakalım bu eksiklik gidecek mi benden?! Çünkü Tanpınar, Mahur Beste’nin hikâyesini dinlerken adeta bahsedilen insanların hayatlarının içine girdiğinden ve onlarla birlikte yaşamaya başladığından bahseder. Bu yüzden de ana şahıslar, çevrelerindeki şahıslar ve onların çevrelerindeki gölgeler de var kitapta, hatta daha önce okuduğum Huzur’da da. Bakalım Sahnenin Dışındakiler ve Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü ne zaman elime geçirebileceğim?!

Huzur’un yazısına ulaşmak isterseniz: Tık tık. 

28 Eylül 2012 Cuma

Sır


         

         Sır
         Bir Oynaşı
         Enis Batur
         Sel Yayıncılık

         Sır, üstün yetenekli, uluslar arası düzeyde üne kavuşmuş bir çalgıcı ile üstün yetenekli, ama hiç kimsenin tanımadığı, sanatını dört duvar arasında yapayalnız icra etmeyi seçmiş yaşıtı bir başka çalgıcı üzerine kurulmuş bir öykü.

         Başkahramanı: Viyola dö Gamba.

         Soylu bir at, soyu tükenmiş yaşlı bir bilge, soyu trajik olaylarla kurumaya yüz tutmuş bir adam Evren’i kuşatan, İnsan’ı kilitleyen, Doğa’da barınan mutlak bir sırın etrafında dönüyorlar.

         Kitabın son kahramanları, henüz bilmiyorsunuz ama, sizsiniz: Sır’ı okumaya kalkışırsanız.

         (Arka Kapaktan)


         Enis Batur benim en sevdiğim yazardır. Her ne kadar hızına yetişemesem de tüm kitaplarını okuma konusunda bir hedefim var. Bilirsiniz ki deneme ve şiir yazar. Öykü yazıları arasında pek yer almaz. İşte sırf bu yüzden bile bu kitap benim için çok önemli.
         Severek takip ettiğim bit blogda gördüm ilk önce bu kitabı. Merak ettim çok ve hemen listeme ekledim. Ama sonra kitap geldi beni buldu. Uzun zaman beklemek zorunda kalmadım böylece.
         Bu arada kitaba tam bir ay önce başladım. Bu 99 sayfalık öyküyü bu kadar uzun sürede okumamın bir sebebi Enis Batur okumayı çok özlemem ve sanki kırk yıldır görüşmediğim bir dostmuşcasına hasret gidermemdir. İkinci sebebi ise yaz tatilinde Balıkesir’e ailemin yanına giderken onu Kuşadası'nda bırakmamdır.
         Arka kapakta da anlatıldığı gibi Sır, üstün yetenekli iki adamı anlatır.
         Enis Batur’un tarzına çok alışkın biri olarak ilk başlarda beni çok şaşırtan bir kitap olsa da kısa sürede kendisine bağladı. Bu bağlamda tekrar okunulabilecek, tavsiye edilebilecek kitaplar arasına çoktan girdi bile.

         

26 Ağustos 2012 Pazar

Taşların Seçimi


      

         Taşların Seçimi
         Hilal Dikmen
         Doğan Egmont Yayıncılık

         Önce taşlar vardı.
         Ve taşlar, Kurtarıcılarını seçti.

         Yeni bir dönem başlıyordu. Dört sıradan çocuk, Melis, Ceren, Ilgın ve Damla kendilerini yüzyıllardır süregelen bir savaşın ortasında bulmuşlardı. Onları eşsiz kılan güçlerle donanmışlardı. Onlar dünyaların yeni “Kurtarıcıları”ydılar…
         Ancak bilmedikleri bir şey vardı: Asıl tehlike kendi içlerindeydi ve savaş sona erdiğinde geriye sadece güçlü olanlar kalacaktı.

         Hilal Dikmen 31 Ağustos 1990 yılında Ankara’da doğdu. 2004 yılında Nuh Eskiyapan İlköğretim Okulu’ndan mezun oldu. Eğitimine Mamak Cumhuriyet Anadolu Lisesi’nde devam ediyor. İlk kitabını, hikâyesini dinleyen Türkçe öğretmeninin teşvikiyle 10 yaşında yazmaya başladı. Şu anda ikinci kitabı üzerinde çalışıyor.

         (Arka kapaktan)

         Öncelikle şunu söyleyeyim ki bu okuduğum ilk fantastik roman olabilir. Daha önce hiç böyle bir kitap okuduğumu hatırlamıyorum.
         Bu kitabımızın yazarı Hilal’i yaklaşık 4 yıldır tanıyorum. Onunla www.sozbittti.com adlı bir edebiyat sitesi aracılığıyla tanışmıştım zamanında. Tabii hiç yüz yüze görüşmek kısmet olmamıştı. Geçen yıllarda bu site kapandı çeşitli sebepler yüzünden. Ama Hilal ve bazı arkadaşlar hâlâ facebook profilimde eklidirler.
         Bu yıl bir İstanbul ziyaretimde Hilal’le tanışma fırsatı yakaladım. Yine yukarıda bahsettiğim o siteden bir arkadaşın evinde kaldık ama Hilal’de bizi çok güzel ağırladı.
         Kitabını okumayı çok istiyordum ama bir türlü bulamıyordum kitapçılarda. Meğer baskısı artık yapılmıyormuş ama www.kitapyurdu.com da hala satışı yapılıyor.
         Eğer yanlış hatırlamıyorsam ikinci kitap için çalışıyor şu ara Hilal. Çünkü bu kitap seri olacakmış.
         Fantastik romanlar bana çok uzaktı ama bu kitap beni büyüledi diyebilirim. Bunu tanıdığım bir insan olduğu için söylemiyorum ama hayal gücünden çıkan her ürünü itinayla kullanmış Hilal Dikmen. Ve çok geniş bir hayal gücü olduğu da bir gerçek.
         Bu arada bu kitapla Türkiye’nin en genç fantastik roman yazarı seçildi Hilal Dikmen ve Doğan Yayın Holding tarafından da En Yaratıcı Kitap Ödülü’nü aldı 2006 yılında.
         Başka bir gerçek ise Hilal sayesinde Türkiye’deki genç yazarlarımızın yolunun açılmış olması.
         Hilal Dikmen’in blogunu ziyaret etmek isterseniz: Tık tık.
         Facebook sayfasını ziyaret etmek isterseniz: Tık tık. 

13 Ağustos 2012 Pazartesi

Gölge Hırsızı



         Gölge Hırsızı
         Marc Levy
         Çeviren: Ayça Sezen
         Can Yayınları

         “Sen benim gölge hırsızımsın; nerde olursan ol, seni bulacağım.”

         Babası tarafından terk edilmiş, çocukluğu boyunca annesiyle birlikte sıradan bir kasabada yaşayan kahramanımızın özel bir yeteneği vardır: Peşine gölgeler takılır, ona hep bir şeyler fısıldar…

         Yıllar geçmiş, bahçesindeki kestane ağaçlarının altında oturduğu okulunu, babasıyla annesinin birbirlerini sevdikleri zamandan kalma o soluk fotoğrafları ardında bırakarak yeni bir hayata başlamıştır. Ne var ki tekdüze hayatı ve bir türlü ismini koyamadığı ilişkisiyle içindeki özlemi dindirememekte, ona fısıldayıp duran gölgelerden bir türlü kurtulamamaktadır.

         Bir kıyı kasabasına yolunun düştüğü bir gün, hüzün dolu geçmişinin, peşini bırakmayan gölgelerin sırrı yavaş yavaş çözülmeye başlar. Yıllar önce geldiği bu kumsalda, gölgelerinin birbirine karıştığı ilk aşkının izini bulacak ve onun peşine takılacaktır.

         Belki de, bir sandığın içine sakladıkları o uçurtmayı yerinden çıkarmanın zamanı gelmiştir artık…

         Gölge Hırsızı, ardımızda bırakamadığımız anları, anıları ve aşkları anlatıyor. Yani peşimize takılan, kurtulamadığımız gölgeleri…

         (Arka kapaktan)

         Serrose’nin blogunda gördüm bu kitabı. Can Yayınları’nın indiriminden almıştı. Ben de indirimden bir sürü kitap almama rağmen çok merak ettim kitabı. Sırf bu kitabı almak için bir kez daha gittim D&R’a. 
         Aldım geldim eve ama elimde başka kitap vardı okuduğum. Yani Kafka’nın Bebeği’ni okuyordum. Onun yazısı da burada. O yüzden bu sonraya kaldı.
         Neyse okudum, bitirdim ve çok sevdim. Bir çocuğun hayatını ve onun gölgesini konu alıyor kitap. Benim en çok hoşuma giden kısmı ise çocuğun dilinden yazılmış olması idi. Bence kitabı bu kadar samimi kılan da buydu.
         Okumayanız varsa okumanızı tavsiye ederim. 

9 Ağustos 2012 Perşembe

Kafka’nın Bebeği


         
         Kafka’nın Bebeği
         Gerd Schneider
         Çeviren: Regaib Minareci
         Kırmızı Kedi Yayınevi

         1923. Berlin’de bir park. Küçük bir kız çocuğu kaybolan bebeğinin arkasından ağlarken, parkta karşılaştığı siyah giyimli, ince yapılı, kibar bir adam onu avutmaya çalışır. Herhangi biri değildir bu adam, Franz Kafka’dır. Ağır hasta olan ünlü yazar küçük kızın çektiği üzüntüden kurtarmak için çok özel bir çözüm üretir. Her gün parka gelir, kendi yazdığı bir mektubu getirir ve bunu kaybolan bebeğinin gönderdiğini söyler. Günlerce buluşur bu iki sıra dışı kişi ve aralarında tuhaf bir arkadaşlık gelişir. Bu özel mektupların yalnızca küçük kıza değil, Franz Kafka’ya da yardımı olacak, sayılı günleri kalan yazar kısa süreliğine de olsa hayata sarılacaktır; ancak günün birinde beklenmedik bir olay bu arkadaşlığın sürmesini zora sokar.

         Büyük yazarın hayatının son haftalarını, gerçek bir olaydan yola çıkarak ve biyografik bilgilerle donatarak anlatan bu roman Kafka okuru için gerçek bir sürpriz.

         (Arka kapaktan)

         Tam bir Kafka aşığı olduğum için görür görmez aldım bu kitabı. Üzerinde çok fazla düşünmeye de gerek yoktu çünkü. İçinde Kafka varsa sevmemem söz konusu olamazdı ki öyle de oldu, yanılmadım. Üstelik Kafka’nın hayatından ve yapıtlarından da izler buldum içinde. Keyifli bir okuma oldu. Okumanızı tavsiye ederim. 

29 Temmuz 2012 Pazar

Od




         Od
         İskender Pala
         Kapı Yayınları

         Biliyorum,
         “Biz bu ilden gider olduk,
         Kalanlara selam olsun,” demişti.
         Yine biliyorum,
         “Bizim için hayır dua kalanlara selam olsun.” demişti…
         Ve sevgiliye gittiği o geceden sonra adının dilden dile,
         Aşkının gönülden gönüle dolaştığını da biliyorum…
         Şimdilerde kimisi ona Âşık Yunus,
         Kimisi de biçare Yunus diyor ya, desinler.
         Yahut Yunus Dedem, Tabduk Yunus, Miskin Yunus…
         Derviş Yunus… Varsın onu da desinler.
         Ve Türk yurtlarında, onu en çok “Bizim Yunus” diye çağırırlar.
         Biliyorum…

         Ten fanidir, can ölmez
         Çün, gitti geri gelmez
         Ölür ise ten ölür
         Canlar ölesi değil

         (Arka kapaktan)

         Bu okuduğum ilk İskender Pala kitabı. Açıkçası önyargım vardı kendisine ve kitaplarına karşı. O yüzden hiç almadım, okumadım. Sonra Babil’de Ölüm İstanbul’da Aşk adlı kitabını aldım ama daha okumak kısmet olmadı. Hâlâ kitaplığımda okunmayı bekliyor. Bu kitap da erkek arkadaşımın. O verdi oku diye. Okudum ve beğendim. Haksızlık etmişim, kabul ediyorum. Yunus Emre’yi, nasıl yetiştiğini, nasıl derviş olduğunu, nasıl “Bizim Yunus” olduğunu çok güzel anlatmış İskender Pala.
         Okunması gereken kitaplardan biri diyorum. 

20 Temmuz 2012 Cuma

Yârim Haziran



Yârim Haziran
Can Dündar
İmge Kitabevi

         Katran karası bir geceyi haziran bulutlarının arasından yırtarak, avuçlarında kıpır kıpır yıldızlarla odamın penceresini tıklattı dolunay… “Sana Samanyolu getirdim.” dedi ve bütün gök kubbeyi yeryüzüne indirmiş gibi mağrur, gülümsedi koltuğunun başucunda…
         Ayla yıkanmanın keyfini sürdüm bir müddet…
         Sonra penceremi açıp onu içeri aldım.
         Dolunay, samanyolundan ışıklarla eteklerinde; “Haydi” diyordu penceremin dibinde; “Haydi… ebedi baharın ülkesine…”
         Lakin dolunaya inat; öylesine bitkin ve naçar ki hayat…
         … Kopamadım akşam haberlerden, dünyevi kederlerden… Açıp penceremi, salıverdim dolunayımı, Cahit Külebi’den bir şiir fısıldayarak kulağına:
         “Bir gün geleceğim / alıp şu başımı / bir gün geleceğim / belki de Haziran / bulacak naşımı / belki de Haziran…”
         Haziran, bir ozanın naşını kaldırırken, dolunay Samanyolu boyunca efsunlu yıldızlar saçarak uzaklaştı. Bakakaldım peşinden…
         Ne gözümü alabildim, ne göze alabildim.

         (Arka kapaktan)

         Bu kitabın benim için anlamı çok büyük. Ama onun haricinde de çok severek okudum. İçinde kısa kısa yazılar var. Bu da, bu bunaltıcı yaz sıcaklarında sıkılmadan okumanıza yarıyor. Okumanızı tavsiye ederim.
         Bu arada ben kitabın en çok “Aslolan…” isimli yazısını sevdim.




23 Haziran 2012 Cumartesi

Erkek Dedikodusu 2



         Erkek Dedikodusu
         French Oje & T. B.
         Dizüstü Edebiyat
         “O” Kitaplar

         2011 yazının en eğlenceli romanı Erkek Dedikodusu, kaldığı yerden tüm heyecanı, eğlencesi, kahkahası ve romantizmiyle devam ediyor… İlk
kitapta hasbelkader tanışıp, bu kez gerçek birer arkadaş olan kızlar iyice kaynaşmış durumda. Aralarından su sızmayan Derin ve Pera, birbirlerini yerden yere de vuracak, yalanlar da söyleyecekler. Büyüyünce kadın olmak kolay değil.

         Derin’in düğününde bekârlar masasını VIP masaya çeviren, şehrin en gözde bekârı Pera, o gece Can ile karşılaştı mı? Derin’in evliliği nasıl gidiyor? Derin, Cem’in ailesinden kabul görecek mi? Evlilik muhteşem bir şey mi yoksa hayal etmeye bile değmeyecek bir deneyim mi? İlk kitapta yalnız bıraktığımız Pera, gerçek aşkı bulabilecek mi yoksa yine gözde bekâr olarak kendini mi avutacak?
        
         Yeni eklenen eğlenceli karakterleri ve yepyeni damat adaylarıyla Erkek Dedikodusu 2 – Bu Gece Hiç Bitmesin, bu yaz tüm sorunların cevaplarıyla, en yakın arkadaşınız olup başucunuza yerleşiyor.

         İlk kitapları Erkek Dedikodusu sayesinde tanıştığımız, arkadaş olduğumuz, bol bol dedikodu yaptığımız French Oje ve T. B., bu yaz da bizi yalnız bırakmıyorlar. Onlarla konuşmayı özlemişiz.

         Masum bir dedikoduyla başlayan bu hikâye bugün büyük bir hayran kitlesine ulaşmış durumda. French Oje ve T. B.’yi günde yaklaşık 70.000 kişi okuyor. İster aşkı arayan olun, ister aşktan bunalan, aradığınız cevapları bu iki kadının sözlerinde bulacaksınız.

         (Arka Kapaktan)

         Erkek Dedikodusu’nun devamı. Derin ve Pera’nın yaşamını anlatmaya kaldığı yerden devam ediyor bu kitap. Yine çok eğlenceli yine çok komik. Araya da küçük hüzünler sıkıştırılmış bu kez ve tabii yeni karakterler de var. Okumanızı tavsiye ederim.